30 Aralık 2016 Cuma

2018 Dilek ve Şikayet Kutusu

                  Yıl eskimiş giderken ardından söylenmeler bana hep komik gelmiştir. Ergen çiftlerin ayrılıkları, dedikoducu teyzelerin ellerini göğsünün altında birleştirip yarım ağız söylenmeleri gibi. Yeni bir yıla ne kadar hasret varsa artık, bakkala yollarken bile insanların ardından su döken yurdum insanı kalan şu güne bile tahammül edemez hale geldi. Haklılar da. Az şey yaşanmadı. İyisiyle kötüsüyle onca olaya şahit olduk hep birlikte. İyilikler katmerlenerek bu yıl da yaşansın, kötüler tarih olsun geride kalsın inşallah. Ama işte bizim bir sıkıntımız var. Biten şeylerden, geçmişten hiç ders almıyoruz. Unutup sünger çekmeyi istiyoruz hep. Bazı şeyleri düzeltmedikten, farkında olmadıktan sonra 1 Ocakla 31 Aralık arasında fark olmaz ki. Biz hep bu detayı kaçırıyoruz. Sonra her yılın sonunda da söylenmeye başlıyoruz. Öyle kötü böyle pis şöyle tü kaka. 
                    Hani hep deriz ya "biz bitti demeden bitmez" Zamana hükmedemeyişimizin hazımsızlığı olsa gerek. Haydi gelin bu sefer farklı bir şeyler yapalım. Ben aklıma gelenlerle başlayacağım birazdan. Sizin de varsa söylenecek bir şeyleriniz, en sona ekleyebilirsiniz:)

1) YA HU SEVİN ŞU İNSANLARINIZI!


        Bu ülkenin insanı sayesinde var olup yine o insanlara sırtını çeviren tiplerden çok sıkıldık. Ülkeleri bölgelere göre ayıranlardan, sırf sen kıyıya yakınsın diye Batılı, o iki dağın arasında kalmış diye Doğulu sınıflandırmalarınızdan sıkıldık. İki tivit okuyarak dünyaya ahkam kesen bir zihniyetten sıkıldık. İyi niyet perdesinin ardında oynan kötü oyunlardan, kendi insanına yabancı "aydın" etiketinden hele gına geldi. 
        Olmaz hocam öyle. Kendi insanından şikayet ederek, hor görerek güzel yerlere varılmaz. Önce insanını seveceksin. Önce onlara gülümsemeyi öğreneceksin. 
Bu yıl bir de bunu dene. Her şeye sızlanacağına önce kapı komşuna bir gülümse. Başla bir, bak nasıl değişiyor her şey.






2) GÜLÜMSE BİRAZ GÜLSÜN GÖZLERİN

 Ne güzel demiş Usta, ağlatan sebze bile var da güldüren hiç yok. 

E sen bu dünyada bir sebze kadar da mı olamayacaksın? Bir bilsen birinin yüzündeki tebessümün sebebi olmak nasıl muazzam bir duygu. Gözünü tavana dikip gözyaşı akmasın diye bakan çocuklar gibiyiz zaten. Ha desek milletçe sele vereceğiz her şeyi. Gelinin etrafını sarmış ağlasın diye bekleyen kına gecesi zebanileri çevirmiş etrafımızı. Alayına isyan edip gülsek ya! Yetmese bir de üstüne birilerini güldürsek, mutlu etsek, neşeyi paylaşsak. İhtiyacımız bir sıcak tebessüm. Bu yıl kocaman kucaklaşsak keşke...



3) KAFAMIZDAKİLERİ ŞU GÜZEL DİNE GİYDİRMEYELİM!

        Din insanlar içindir arkadaşlar ama insana göre değildir. Her birimiz işine geleni alıp sloganlaştırıyoruz. OLMAZ. İnsana bu kadar hürmet eden bir dinin insanlığa sırtını dönen bir nesli haline geldik. Yıllarca orucu ne bozar sorularıyla köreldik. Koca 2018 olacak biz hala bu soruların ağından kurtulmaya çalışıyoruz. İnsanlığı ne bozuyor, dini kim katlediyor hiç düşünmüyoruz. Birileri çıkıyor dini bahane ederek hortlayıp canileşiyor, canımızı yakıyor. Sonra vay efendim niye böyle. E nolacağdı? Sen inancının güzelliklerini bilmezsen, okumazsan, araştırmazsan, kalbinin en güzel yerine oturtmazsan olmaz ki. Fakiri gözetmiyoruz. Kibirden kapılara sığmıyoruz. İman tahtasını bakkal defterine çevirdik. Onu silelim, bu olmaz. Haddimiz olmayan soruları millete soralım. Aman sakın dönüp kendimiz napıyoruz hiç bakmayalım. Kendimize kaçış noktaları arayalım. Sonuç yine hüsraaaan...
         Gözünüzü seveyim bari bu yıl kafamızdakileri bu güzel dine giydirmeyelim n'olur! 

4) ADALET GECİKMEZ TEZ VERİLMELİ!

      Fotoğraftaki amcanın suratına ne zaman baksam içim ezilir. Sanki birileri kalbimin tam ortasında sağlam bir yumruk indirir. Ne zaman olmuş, nerede olmuş hatırlamıyorum. Beynime kazınan tek cümle var bu fotoğrafa dair: Yıllarca hapis yatan adamın suçsuz olup özgürlüğüne kavuştuğunu öğrendiği ilk an
    Adalet bu dünyanın çivisi arkadaş. Kim ne zaman bunu oynatmaya kalksa bir felaket geliyor çarpıyor suratımıza. İnsanlığın sonu neyle gelir derseniz adillerin soyu tükendiğinde. O yüzden dili, dini, ırkı ne olursa olsun adaletli olun. Markette, okulda, sinema kuyruğunda, aklınıza gelecek her ortamda adaletli olun. Hakkı gözetirseniz eğer dünyada her şey daha iyiye gider. Ne bebekler vurur kıyılara, ne şoka girmiş çocukların görüntüleri ödül alır en iyi fotoğraf dalında. Siz evinizde başlarsanız adalet duygusunu aşılamaya, büyüyünce eli gitmez haksız olduğu şeyi almaya. Adalet efsunlu bir şarkıysa, bu yıl hiç düşmesin dilimizden

5) SEVİYORUM GÖRÜYOR MUSUN!

 "Sevmek ne uzun kelime" demiş Cemal Süreya.
Sevmeyi bu abiden öğrenirseniz vefasızlık yapmazsınız. Vefasızlık yapmazsanız da kimsenin canını yakmazsınız. Yeni nesil keşke sevmeyi eski filmlerden öğrense. Temiz sevme ne, zarar vermeden, kırıp dökmeden nasıl sevilir bir görse. 
     Toplum olarak ya sevmeyi bilmiyoruz artık, ya sevemiyoruz. Bu yıl biri çıksa da öyle sevilmez arkadaş gel doğrusunu öğreteyim dese. Birileri çok hafif bir ritimle kalbimizin akordunu yapsa. Bir gaza gelsek güzel sevmek konusunda. Sonrası için bütün dünyayı sevgiye boğabileceğimizin garantisini verebilirim( Yapacak bir şey yok gazla çalışan bir milletin evladıyım) Aslında içimizde çok fazla sevgi duygusu var ama bize hep başkaları tarafından sevilmemiz gerektiği öğretildi. Bu kalıbı kırsak. Yeni yıl kalplerdeki buzlarda bir ateş yakıp kaçsa. Zile basıp kaçar gibi. Kelime dediğin koca bir büyü zaten. Topluca o büyünün etkisinde kalsak. Ve usulca en yakınımızın kulağına  şöyle fısıldasak "İyi ki varsın ve çok seviliyorsun"

6) OKU BAKIYIM!

     Geçenlerde bir tivit görmüştüm kitaplar da çeyiz sayılsın diye. Mantıklı. İki ters bir düz bilmekle yarıştırdığımız kitap okuma işini nasıl düzenleriz bilmiyorum. Onu da yapsın, bunu da dediğimizde ikna edemiyoruz. Sonra vay efendim çok okuyan evde kalıyormuş. (Zihniyetinizi seviyim) Kulak asmayın siz çocuklar. Şimdiden başlayın okumaya. Her şeyi okuyun. Eleştirin. Öğrenin. Neye açılıyor o ağız okumalar belirler bunu. Hayır da şer de senin dilinden. Nasıl şekil veriyorsun buna, neyi söylüyorsun nasıl söylüyorsun hepsi okumana bağlı. Okumaktan soğutuyoruz çocukları sonra kendini tanıtmaktan aciz bir nesil türüyor. Yapmayın.
      Bu yıldan başlayalım, geç değil. Çünkü okursanız değişecek. Sen okursan küçükleri büyüteceksin. Hayallerin olacak, onları renklendireceksin. En sonunda kendi yolunu bulacaksın. 
O yüzden oku çocuk. Yolunu kaybetmiş onca insan varken sen yolunda yürü, kendi şarkılarını söyleyerek.

7) YAPACAK BİR ŞEY YOK!


 Kendini tanı mutlu ol. Herkesle aynı olmak zorunda değilsin. Sırf bir grup seviyor diye o şarkıları dinlemek, popüler diye bir yere gitmek zorunda değilsin. Moda diye dokumuza uymayan ne varsa hepsini getirdik dünyamızın merkezine koyduk. Sonra ahlanıp olanlar için dizlerimize vurduk. Bu yıl bunu yapmayalım. Bir sor bakalım içindeki sana. Neyi seviyor, niye seviyor? Başkalarına göre yaşayınca yaşamış olmuyorsun ki. Kendi hayatında figüran olmaktan vazgeç artık. Kendi kararlarını ver. Sevdiğin insanlara danış. Aileni koy baş köşeye. Herkes gittiğinde onlar sarıp sarmalayacak. Gönül almayı bilmeyene gönlünü emanet etme. Kimseye haddinden fazla değer verme. Asla yapmaz deme çünkü tam da öyle dediklerin canını acıtacak. O yüzden hata payı bırak. Hoş görülü ol. Kırılmaz değilsin sen de üzülebilirsin. Her şey yolunda gidecek diye bir kaide yok. Bırak yokuşlarda nefeslenmeyi de öğretsin sana hayat. Kendi içinde de çelişebilirsin. Keşkelerle başedemeyeceksin bazen. Olmaz şeylere ümitleneceksin. Hiç olmadık yerde güleceksin belki. Bilemezsin. Yeni yılın sana ne getireceğini, neler götüreceğini asla kestiremezsin. Olduğu gibi yaşa. Geleni adapte et hayatına. Kibirli olma. Beklentini düşür ki mutlu ol. Ama sev, Çok sev. Unutmadan, sen değerlisin, sakın değerini başkasının gözünde arama. Yolun sonunda içten içe enkaza dönmüş bir ruhla karşılaşmak istemiyorsan tanı kendini. 

8) YENİ YILDA ŞU OLAYI DA BİR ÇÖZERSEK;)



   
       Maddelerin sayısı bitmez. İnsan bu, istekleri hiç tükenmez. En güzel dua Allah herkesin gönlüne göre versin demek olmalı. Daha da uzun yazardım ama 2019'a bağlanırız diye burada bırakalım istedim. Eklemek istediklerinizi biz de dinlemek isteriz. (sizden gelenler olarak aşağıda paylaşıyorum)
         Madem bir temenni yazısıydı yazdığımız, çok içten bir duayla bitirelim. Kapanış şiirle olsun. Kıymetini geçmiş yıllar da çok iyi anladığım bu dua sizden ve sevdiklerinizden hiç eksik olmasın.
  ...
  Arkadaşım, hayat bu. Daha ne olsun?
  Ama en önce ve illa ki sağlık olsun! **


SİZDEN GELENLER (içinizden geçene bir amin diyiverin olmaz mı:)
  • Youtube arka planda da çalmaya devam etsin. (H)
  • Rehberlik kursu açılacak ve ben o kayıt listesinde yer alayım. (B)
  • Yarın sabah uyandığımda Amerika'ya ışınlanmış olarak bulayım kendimi. (F)
  • Bu yıl yiyip yiyip kilo almayayım. ( o nasıl olacaksa :) (K)
  • Nisan' bir kereliğine yeme hakkım olsun. (H)
  • Dünya barışı! (Z)
  • yapay zekanın gelişmesini istiyorum (C)
  • Vatanına milletine hayırlı bir nesil gelsin istiyorum (T)
  • Fenerbahçe adamı hasta etmeden şampiyon olsun (T)
  • Bütün sözel zekalı öğrencilerimin sayısal zekalı öğrencilere dönüşmesini istiyorum (H)
  • Herkesin ezberinde bir şiir olsun istiyorum (M)
  • Akıl okuma makinesi icat edilsin ve herkese 15 dk deneme sürümü hediye olsun. (S)
  • Dünyadaki tüm çocuklar bıkana kadar çikolata yiyebilsin.(S)
  • 2019'a dilek bırakmayacak kadar içimize sinen bir yıl olsun. (S)
  • Türkiye Dünya'nın mutlu ülkeleri arasında yer alsın(S)
  • Avrupa Yakası tekrar çekilsin (K)
  • Ahmet Kural'ın Sıla'ya bakışından baksınlar bize de (G)
  • yerime ders çalışacak pofuduk bir panda istiyorum(F)
Listeyi gün içerisinde güncelleyeceğim:) 




        

27 Aralık 2016 Salı

Derdi millet olan şair: Mehmet Akif ERSOY


           Nice büyük şairlerimiz var, hepsi sihirli birer kitap. Sayfalarını çevirdikçe karşımıza çıkansa milleti için koca bir feryadı sırtlanan bir hayat. Bu yazımda İstiklal Şairimiz Mehmet Akif Ersoy'un hayatına misafir olmayı istedim. Böyle muazzam bir eseri yazmış, yüce gönüllü, vatan sevdalısı bir şairimizi anlatabilmek biz edebiyatseverlerin en özel görevlerinden biri olsa gerek.
       Akif'e nereden baksak, nasıl anlasak diye düşünmeden önce hayatına değinelim istiyorum. Mehmet Akif, 20 Aralık 1873'te Fatih'te dünyaya gelmiş. Babası Fatih Medresesi müderris ve mücizlerinden (icazet veren) İpek'li Temiz lakabıyla anılan Tahir Efendi'dir. Annesi ise Buharalı Mehmed Efendi'nin kızı H. Emine Şerife Hanım'dır.  Sezai Karakoç, Akif'in ailesi ve kökeni ile ilgili şu yorumu yapmıştır:
       "Baba soyu Rumelili, ana soyu Buharalı, doğuş yeri Fatih:
        Yani tam bir Doğu İslâmlığının, Batı İslâmlığının ve Merkez İslamlığının sentezi bir çocuk"

     Ünlü şairin böyle tasvir ettiği bir ortamda, orta halli, sade bir hayat süren Akif, o günün geleneğine uyarak 4,5 yaşlarında iken Emir Buhari Mahalle Mektebine başlamıştır. Daha sonra Fatih İlkokulu'nu ve daha sonra da Fatih Merkez Rüştiyesi'ni bitirmiştir. Babasının da desteğiyle Mülkiye'de öğrenimine devam eden şairimiz, babasının vefatıyla sarsılır ve geçim sıkıntısı da baş göstermeye başlayınca gündüz eğitimini yarıda bırakmak zorunda kalır. Bunun üzerine o dönem mezunlarına hemen iş verileceği için o yıl açılan ve ilk sivil veteriner yüksek okulu olan Mülkiye'nin Baytar Mektebi'ne (Halkalı Baytar ve Ziraat Mektebi) leyl-i (yatılı) öğrenci olarak geçer. 22 Aralık 1893'te okuldan birincilikle mezun olur ve imparatorluğun pek çok yerinde görev yapar. Görevi sırasında yaşadıkları, gördükleri, gözlemledikleri onun eserlerine yansıyacak, imparatorluğun merkezinden en ücra köşesine kadar hayat sahnelerini çarpıcı bir şekilde bizlere aktaracaktır. 
        Mehmet Akif hayatı boyunca idealleri peşinden koşmuş ve milletinin iyiliği için çalışmış bir dava adamıdır. Aslında ona tek bir açıdan bakmak, anlamak için yetersiz kalacaktır.
        Türk halkının gönlüne girmiş, vatan şairi Mehmet Akif, hayatın pek çok noktasında karşımıza çıkar. İmparatorluğun arka sokaklarını onun kadar güzel yansıtanı bulmak zordur. O asırlarca ihmal edilmiş insanlarımızı ön plana çıkarır. Sosyal bir şair olan Akif, zamanın kan ve barut kokusu içinde toplum yansımalarını gözler önüne serer. Bunu yaparken nutuk çekmez, yaşayarak yahut hayatın içinden bir sahneyi bir nev'i izleterek bizlere aktarır. Halk-aydın arasındaki kopukluğa üzülür, medreselerin yozlaşmasından, bâtıla olan düşkünlüğün bu kadar artmasından dert yanar. Halkı eğitecek insan bulunmayışı ise onun büyük ıstıraplarındandır. Ancak Akif karamsarlığın şairi değildir. Çalışmayı, ilmi almayı öğütler. Eğitim onun için vazgeçilmezdir. Çünkü eğitimsizlik bütün sıkıntıların ve kötülüklerin kaynağı olan cahilliği doğurur. Asım dediği nesle bu konuda adeta kılavuzluk edecek şiirler yazmıştır. "
      Değil mi ortada bir sine çarpıyor, yılmaz// Cihan yıkılsa emin ol bu cephe sarsılmaz" mısralarıyla bütün Garba kafa tutarken bilirim ki Akif'in bütün umudu gençlikteydi. Asım'ın nesli diyordu ya nesilmiş gerçek, İşte çiğnetmedi namusunu, çiğnetmeyecek!!!

        "Bir zamanlar biz de millet, hem nasıl milletmişiz
      Gelmişiz dünyaya milliyet nedir öğretmişiz!" dizelerinden de anlaşıldığı gibi tarih duygusunu iliklerine kadar hisseden şair geçmişin azametinden de yararlanıp geleceğe ümitle bakar. Çalışmakla her şeyin başarılacağını hemen her fırsatta dile getirir. Çünkü bu milletin tarihi her çağda, insanına yeniden doğuşun ilhamını verecek kadar canlı ve kudretlidir. Bu doğrultuda Akif'in üstünde durduğu bir diğer konuysa dildir. Türkçenin kullanılışına titizlikle yaklaşır. Türkçe yaşadıkça var olacak şair denmesinin sebebi de şüphesiz verdiği bu önemdendir. Halk deyişlerine, atasözlerine eserlerinde sıkça yer veren şairimizin yazmış olduğu eserlerdeki ifade zenginliğinden de dili ne kadar güzel kullandığını görmek mümkündür.
      Mehmet Akif denilince Safahat'ı anmamak olmaz. Şairin yazmış olduğu şiirlerini topladığı yedi bölümden oluşan eserin genel adıdır. Hayattan sayfalar, görüşler, hayatın aşamaları anlamına gelir. Bu eserde toplanan şiirler bir devrin tarihini, sosyal hayatını, insanını, onların umut ve acılarını yansıtır. Eser yedi bölümden meydana gelmiştir. Yedi cildin birinci kitabı olan Safahat, Mehmet Akif’in ilk şiir kitabı olarak 1911’de yayınlanmıştır. Kitap, “Safahat” diye anılan başlıksız bir giriş şiiri ile bu şiir ise “Oku” kelimesi ile başlar. Manzum hikâye özellikleri taşıyan 44 şiir içerir. Ayrı bir kitap olarak 1912’de yayımlanmış olan “Süleymaniye Kürsüsünde”, üçüncü kitabı “Hakk’ın Sesleri” Balkan Savaşı acılarını barındırır.“Fatih Kürsüsünde” 1914 yılında yayımlanmıştır. Safahatın beşinci kitabı “Hatıralar”, altıncı kitapsa “Âsım”dır. Diyaloglar halinde verilmiştir. Hepimizin bam teline dokunmuş, etkisini bugün de en derinden hissettiğimiz meşhur şiiri "Çanakkale Şehitleri" de bu bölümde yer alır. Safahatın son kitabı “Gölgeler” ise İstiklal Savaşı'ndan izler taşır.
         Mehmet Akif Ersoy'un yazmış olduğu en nadide şiirse şüphesiz aziz milletime armağan dediği İstiklal Marşı'mızdır. Adı Türk istiklaline bağlı şair milleti için hissettiği en yüce duyguları o mısralarda dile getirmiştir. Hikayesini biliriz hepimiz. Ömrünü millet davasının önüne sermiş bir içli yüreğin duygu patlamasıdır o marş. İnançtır, güvendir, aşktır,vatandır! İstiklal Marşı bu toprakların kaderini anlatan yürekten bir vefadır. (Allah bu millete bir daha marş yazdırmasın!)
        Hiçbir şair bu ülkenin meselesini bu kadar dert edinmemiştir kendine ve hiçbir şair böyle feryat etmemiştir milleti için. Yine hiçbir şair vatanseverliğin parayla anlatılamayacağını bu kadar çarpıcı anlatmamıştır. Devran döndükçe yankılanacak bir manifestodur Âkif.
         Ne diyordu o muazzam şiirinde:


Zulmü alkışlayamam, zalimi asla sevemem; 
Gelenin keyfi için geçmişe kalkıp sövemem. 
Biri ecdadıma saldırdımı, hatta boğarım! ...
-Boğamazsın ki! 
-Hiç olmazsa yanımdan kovarım.
Üçbuçuk soysuzun ardından zağarlık yapamam; 
Hele hak namına haksızlığa ölsem tapamam.
Doğduğumdan beridir, aşığım istiklale; 
Bana hiç tasmalık etmiş değil altın lale! 
Yumuşak başlı isem, kim dedi uysal koyunum? 
Kesilir belki, fakat çekmeye gelmez boyunum! 
Kanayan bir yara gördüm mü yanar ta ciğerim,
Onu dindirmek için kamçı yerim, çifte yerim! 
Adam aldırmada geç git! , diyemem aldırırım.
Çiğnerim, çiğnenirim, hakkı tutar kaldırırım! 
Zalimin hasmıyım amma severim mazlumu...
İrticâın şu sizin lehçede ma'nâsı bu mu?


        Ne güzel yazmışsın sen Akif 
        Ne güzel, şerefli bir hissiyattır bu yüce millete dair...
        Rahmet ve minnetle...

13 Aralık 2016 Salı

Bu topraklar zalime cehennem olsun, mazluma cennet

Hiç tanımadığımız çocukların gözyaşından sorumlu olacağız.
Her yuttuğumuz lokma yumru olup,
gencecik kızların kullanılıp boğazlandıkları yerde kalacak, tıkayacak nefesimizi.

Önceki zamanların katliamlarını araştırırken dönemin insanlarını yuhlardım içimden.
Sessiz kalınan, zerre kımıldamayan insanlığın hantallığına çok kızardım.
Şimdi zaman da aktı geçti.
Onların mezarları kurudu gitti ama şimdi de başka yerde ıslanıyor toprak.
Gencecik kızların, kadınların çığlıklarıyla akıttığı gözyaşıyla ıslanıyor.
Yağız delikanlıların delik deşik olmuş bedenleri düşüyor o toprağa...

Ben sevmedim arkadaş bu zamanları, hiç sevmedim!
Vazgeçtim, bıraktım geçmişi
Kendimize YUH diyorum.
YUH olsun bize!
Onu bunu ne bozar diye sorduğumuz aptal soruların her bir hecesine YUH!
Sığ kıyılara insanları toplayıp, oyalayan zihniyetlere YUH!
İnsanlığa dikkat çekmeyen, mazlumu bilmeyen alime YUH!
Yardımlaşmayı yücelten dinden, mazlumu gözetmeyi çıkarıp yerine koyduğumuz her boş şey için YUH olsun bize!
---
"Ey Müslümanlar neredesiniz?! diye soruyor bir Halepli. Kömür karası ellerini dizlerine vura vura feryat ediyor viran olmuş şehrin ortasında.

Bilir misin Halep çok güzelmiş bombalar değmeden önce.
Bir zamanlar misk kokarmış Halep, şimdi barut kokuyor.
Ama o kokuyu ne hikmetse hiçbir medeniyet almıyor. Kimse Halep'in sesini duymuyor
Sadece Halep olsa...
Ezan okunan şehirlerde eşkıyalar cirit atıyor.
Ezan sesini bastırıyor namludan çıkanın sesi.
Ama kimse vurulan çocukların sesini duymuyor.
Medeniyet dediğin tıkamış kulaklarını, kapamış gözünü barış şarkıları söylüyor.
Uyuyan insanlık ne zaman uyanır bilmem. Adı batasıca medeniyet nerede çeker elini masumdan,
hele onu hiç bilmem.
Bildiğim bir dua, sizin de düşmesin dilinizden::
Bu topraklar zalime cehennem olsun, mazluma cennet...

23 Kasım 2016 Çarşamba

Ben Niye Öğretmen Oldum? (Bir Can'a Dokunmak)

 




             Çocukluğumuzun olmazsa olmaz sorusuydu bu: Büyüyünce ne olacaksın? Düşünüyorum da hayatım boyunca bu soruya "öğretmen" dışında bir cevap vermedim. Aklımın ucuna başka hiçbir meslek değmedi bile. Peki neydi bunun büyüsü? Çocuk hayal dünyası sınır tanımazken, bana efsunlu gelen bu meslek niye tek haneli yaşlarda düşmüştü aklıma? Öğretmenliğimin ilkbaharında soruyorum şimdi. Sahi ben niye öğretmen oldum?

        Babamın öğrencileriyle karşılaştığında, yıllar sonra hala Hocam diye seslenilen yere baktığımda, gülen gözleri gördüğüm an tutuldum sanırım.Yahut kreşten erken çıkıp annemin okuluna gittiğimde soludum o tutkuyu, bilmiyorum. Okul havasını seviyordum evet, ama aradaki bağı kuran çok başka bir duygu olmalı diye düşünüyorum. O mu, bu mu derken sanırım kilidi çözen cümle şuydu: Gözünü kapat Hilal, 20 yıl sonra kendini nerede görüyorsun? Lisede bir öğretmenim yöneltmişti bu soruyu. Öğrencilerle çevrili bir tiyatro salonundan başka bir yeri düşlemedi gözüm. 

      İnsanın sevdiği işi yapmasının nasıl bir nimet olduğunu yeni yeni anlıyorum. Düşlediğin yere yaklaşmak müthiş. Öğretmenlik gerçekten muazzam bir işmiş. Ama işin içine girdikçe anladığım bir şey var ki öğretmenliğe iş gözüyle baktığında yarı yolda nefes nefes kalıyorsun. Meslekten ziyade o bir yaşama biçimi artık. Hangi mesleğin fıtratında bir Can'a dokunmak var? Ne yapsam da öğrenseler fedakarlığını hangi mesleğin töresinde bulabilirsin? 

        Bu topraklarda öğrencisini dert edinmiş milyonlarca yürekli öğretmen yetişti. Kanserli öğrencisi üzülmesin için saçını sıfıra vurduran öğretmenler oldu, yokluktan okuyamayan kardelenlerin yeniden açmasını sağlayan, yeter ki gülsün diye çabalayan, ağlarken sımsıkı sarılan öğretmenlerimiz oldu. Derdini dert edinmiş, yeri geldiğinde hayatından geçmiş nice öğretmenler gördü bu millet. Adana'da her sabah, beyin kanaması geçiren öğrencisinin evine gidip ders anlatan Elif Öğretmeni, dağdan inen çakal sürüsüne karşı sınıfını koruyan Ali Öğretmeni, o yolda şehit olma şerefine ulaşan, bayrağa sarılı gönderdiğimiz onca öğretmeni, yürüme engelli öğrencisini sırtında taşıyan, Karadeniz'in hırçın sularında kaybolmasın diye teleferik kuran, kucağında taşıyan öğretmenleri kimse unutmadı. Sadece öğretmekle kalmadı o öğretmenler. Zorluklar içinde pembe dünyalar kurdular. Çoğu öğrencinin hayali oldular. Rehber oldular, aile oldular. Yıllar sonra hatırlanan öğretmenler işte bu mesleğe gönülden bağlı, birilerinin hayatında iz bırakan öğretmenlerdir. Ben onları düşündükçe gururlanırım. İyi ki’li cümlelerim hep öyle zamanlarda gelir. Ama iki isim var ki, onları anmak boynumun borcu. Onlar tam da n’oluyor dediğimiz zamanda milletine birlik harcı oldular. Sımsıkı tutuldu o gevşeyen eller. Tek yürek oldular. Aybüke ve Necmettin Öğretmenim... Size söz, tek bir öğrencim dahi sizi bilmeden geçmeyecek bu dünyadan! 
——————————————————————————————
          Kuyumcunun mesleği demirciye gitmezmiş. İşte öğretmenlik de kuyumcu titizliğiyle sarmalanması gereken bir sevgi. Her saniyesinde kazanabileceğin yepyeni deneyimler, her yıl yenilenen hayatlar, sana ilham olabilecek onlarca hikaye. Öğrenciliği hiç bitmeyen bir meslekmiş öğretmenlik. Niye öğretmen oldum diye sordum ya kendime, çok basitmiş cevabı: Sevmek için.                   Çağırdığında gülen gözleri görebilmek, afacanlıklarına gülmek, derdini paylaşmak, başarısına omuz vermek, onca anlatmana rağmen anlamadım dediğinde sabırla tekrar denemek, anladığındaki çocuksu zaferini görmek için. Kendi dünyasına büyük gelen kavgalarında, iç çekişmelerinde bir yol bulabilmek için. Kocaman yüreğini gençlik ateşiyle doldurduğunda cesaretini yüceltmek ama ölçüsünü öğretmek için. Derslerin zorluğundan ziyade hayatın kolaylığını anlatabilmek, "hiç olmazsa elinden geleni yap" diyebilmek için. Vicdanlı, imanlı; sevmekten değil de nankörlükten, kötülükten, hainlikten korkan birey olmaları için. Vatan, bayrak, millet söz konusu olduğunda çelik gibi duracak nesiller yetiştirmek için! Dedim ya az önce, çok basitmiş işte cevabı: SEVMEK İÇİN. 
          
        NOT: Dokunduğu her hayatı bir üst çizgiye taşıyan bütün öğretmenlerimizin, Öğretmenler Günü kutlu olsun...

        

7 Kasım 2016 Pazartesi

Yolcu Parodisi

Can kenarına hasrete gün eklerken sürüyor yolculuğum.
Kulağımda gecenin siyahını koyulaştıran bir şarkı. Aklımda binbir düşünce. Kalbim sıkışıyor yer yer. Otobüsün havasından yer açıyorum kendime. Yıldızları görmek için çabalıyorum ama televizyon ışıkları, araba farı derken ürküyor olsa gerek.
Hilali beş geçe aydan başka yok gözüme görünen.
Yola doğru dalıyorum ben de.
Aklımda binbir düşünce. Neyi zorlaştırıyoruz bu kadar? Niye zorlaştırıyoruz?
Ne bekliyorduk, ne görüyoruz?
Herkes mi hayal kırıklığı?
Her şey herkese güzel görünsün diye soytarıya döndük haberimiz yok.
Ne kadarı biziz diye düşünüyoruz. Eviriyoruz çeviriyoruz. Kırıntısını bulduğumuzda sımsıkı sarılacağız da, ıı ııh tek bir zerre dahi yok. Hep kamuflaj.
--
Ay da görünmüyor şimdi.
Karanlık biraz daha koyu.
Şimşekler çakıyor yer yer.
Biz mi?
Araba ışıklarıyla ilerliyoruz. Soytarılık hala bizle.
Zorlama birkaç söz paçamıza yapışmış. Mimiklerimiz kasılı. Kurduğumuz üç beş cümle, onu da biz kurmuyoruz.
Sadece olması gerektiği gibi, hepsi bu.

Olması gerektiği gibi yaşadığımızdan mı bütün bu iç çekmeler diye düşünmüyor da değilim.
Şarkılar olmasa belki daha kolay olurdu her şey.
Yahu her şey kolay olmak zorunda da değil işte!
Bak bu cümle bile olması gerektiği gibi sorunsalından doğuyor. Ne doğması hortluyor!
Beklentileri yok etsem sonsuz mutluluğa erişir miyiz? Bilmiyorum.
Denemeye değer mi? Niye olmasın.
Ara ara küçük kasabalardan geçiyor yolum. Beklenti kelimesi bile şehirli ağzımıza yapışmış. Halbuki nelerle uğraşıyor insan.
Beklentilerini kategorize etmeye çalıştığında ne dertler taşıyor, sığmıyor kabına.
Ne hayatlar yaşanıyor bir yerde, bir çatının altında nelerle uğraşıyor insan.
Tam o anda açılıyor gözüm. Karşıdan gelen arabanın farıyla sıçrıyorum birden.
Çekip çıkarıyor beni daldığım yerden.
Aklımda tek bir sorunun kıvılcımı:
Sen neyi unutuyorsun?
---
Ay görünür gibi oldu şimdi.
Bulutların ardından.
Beklentiler bir kenarda dursun.
Kibir kokan cümlelerimi çoktan çöpe attım zaten.
Şarkılarsa hala eziyor bir şeyleri.
---
Otobüs ışıkları yandı şimdi
Yıldızlar yine kayıp.
SAĞLIK OLSUN.
Gönlümdeki ses usulca fısıldıyor:
Şu aralar olacaksa, bir tek sağlık olsun.

29 Ekim 2016 Cumartesi

Bayramımız Kutlu Olsun!



        29 Ekim Cumhuriyet Bayramımız Kutlu Olsun!
        Milletimiz var olsun!
       "Haydi çıkalım tören yapalım! Törenler iptal olabilir, olsun biz yine de kutlayalım. Boş geçmeyelim. 5 dk görünür gideriz" kutlamalarından, kopyala yapıştır paylaşımlardan ziyade işin özünü anlayıp kutlasak daha hayırlı bir iş yapmış olmaz mıyız? Göstermelik sevgilerin, sahiplenmelerin ömrü kısadır canlar. İki şiir söyletip sınıflara dağılmak değil olay. Bayrak şiirini en gür sesliye okutmak değil. En çekingenine bile o bayrağın sebebini anlatmakta bütün mesele. Onun uğruna yiten şerefli canları tanıtmakta, bu vatan ne pahasına kazanılmış onu kavratabilmekte. "Atam sen kalk da ben yatam" dizesini ezberletmek kolay ama boş içi. O sevgiyi hiç olmazsa saygıyı öğretebilmektir önemli olan. Ama öğretmen korkusuyla ecdada saygı değil mevzu. Yapılanları görerek, ne fedakarlıklar yapılmış bilerek, kendini onun yerine koyarak saygıyı öğretmek gerek. Elde yok avuçta yok. Sağlam olanı bir elin parmaklarını geçmeyen mühimmatla çarpışmak değil mesele. (Aslında ne büyük bir mesele!)
      Önce o koca yürekleri , iman mücadelesini anlatabilmekte. Düşmandaki imkanı, Mehmet'in imanının erittiğini gösterebilmekte. Teknolojinin kucağına doğan, doğar doğmaz eline tablet tutuşturulan bebeğin, bu imkanı kağnılarda taşınan umutların getirdiğini bilmesi gerek. Medeniyet Batı'da diyerek özle doku tutmayan ne varsa ülkesine getirip, sonra ona burun kıvırmayı öğretmek kolay. Doğu'nun medeniyetine hiç aşina olmayan, ecdadı ne yapmış bilmeyen, hiç onların gözüyle bakmamış, iki dize kelamını anlamamış çocuk yetiştirmeyelim gözünüzü seviyim.
       Tarihten nefret ediyorum cümlesiyle 29 ekim kutlu olsun ironisini görmekten gözümüz yorulur oldu. Kendi milletine, kültürüne bu kadar yabancı olmak hoş değil.
Tü kaka dediğiniz şeyleri bir gözden geçirin hadi! Madem bayram bugün, madem cumhuriyet, şunun biraz olsun hakkını verelim.Pırasa fiyatına demokrasi olmasın arkasında durduğumuz. Coşkuyla sahipleneceğimiz bir bayram olsun.
Bölünmeden, ötekileştirmeden, sen gelme demeden..
Cumhuriyet bayramımız kutlu olsun!
Ecdadın ruhu şad olsun!

5 Eylül 2016 Pazartesi

Durma hatırla kendini


Durma hatırlat kendini.
Hayatın telaşından unutur insan.
Neyi nasıl sevdiğini unutur.
Niye sevdiğini unutur.
Hatırlat kendini!
Çünkü insan başka uğraşların gölgesinde kendini unutur.
Neyi nasıl yapardı
Niye yapardı
Unutur.
Hatırlat kendini.
Çevrene ailene arkadaşlarına hatırlat.
Nesin sen nasılsın hatırlat.
Onlarda kendi hengamesinde unutur seni.
Unutur çünkü insanoğlu nankör.

Aklını oyalayacak bir şey buldu mu ruhunu unutur.
Sevdiği şarkıları unutur.
Çayın demini ,
Kahvenin tadını unutur.
Yanındaki sohbeti, kelimelerini unutur .
Öyle ki başkalarının ağzıyla konuşur.
İnsan bu.
Devrilir, savrulur, doğrulur
Unutmasa aslında çok kolay yolunu bulur
ama insan işte
unutur.
Kim olduğunu niye var olduğunu ,
niye burada olduğunu unutur.
Kendini unuttuğunu bilmezse başkalarında bulmak için yola koyulur.
Sonra kaybolur.
Kaybolduğu yerde debelenir durur.
Ne yapsan eksik ne söylesen yarım
Soğuk kelimelere sığınır.
Başka yüzlerde kendini aratır
Sıkılır, daralır, kırılır
Hem de çok kırılır
Kaybolur
Kaybolduğu yerde debelenir durur.
İnsan kendini hatırlamazsa durum budur.

O yüzden hatırlat kendini.
Soluduğun havayı paylaştığın kim varsa hatırlat.
Kim olduğunu bilsinler.
Seni hatırlasınlar.
Kırmasınlar diye, kırılma diye
Ne olduğunu bilsinler ki öyle gelsinler.
Var olduğunu hatırlat. Hatırlat ki köşedeki vazodan farkın olsun.
Hayattan aldığın onca nefes var. Sen hatırlat ki kendini, doğru cümleler kurulsun.
O nefesini güzel şeylere ayır. Cümlelerin küsmez sen kendini hatırlatırsan.
Hevesin kırılmaz
Canın yanmaz
İnancın, direncin sarsılmaz.
 Sevgin yıpranmaz.
Sen kendini hatırlarsan savuramayacağın hiçbir hamle olmaz.
 O yüzden şimdi burada
Her şeyden herkesten önce
Durma

Hatırla kendini!

11 Ağustos 2016 Perşembe

Ben Sözümü Tuttum

(Yazının içindeki şarkıyla birlikte okumanız yazar tarafından tavsiye edilmiştir:)

Küçük bir not defteri
Tekrarlanan bir cümle: Seni kaybetmeyi göze alamıyorum.
Bir veryansın : Aksini hiç düşünmemişsin.
Bu hikayede bir taraf çok önce hayalini kurmuş. Bir başına. Tek yöne giden çift kişilik bir yolculuk.
Diğeri kontrollü, güzel şeylerin ardına amalı cümle kurmuş. Hevesli ama korkulu. Haydi diyecekken bir şey hep tutmuş onu.Ya şöyle olursa diye hep bir bulut takmış hayallerine. Ama içinden, dillendiremeden.
Bütün bunlara rağmen defter umut dolu. Ürkek ürkek, geleceğe doğru yola çıkan iki insanın umudu.
25 Eylül 13.11

Aradan aylar geçmiş. Bir küçük not defteri daha. Bu sefer umut yok sitem var.
Haniler var. Hesap sorar gibi.
Koca bir tehdit var.
Büyük harflere sakladığı feryadı dillendirir gibi:
TUZU DOLDURUYORUM YEMEKLERİME OH OLSUN!
3 Şubat 02.23





         Açın bakalım müziğin sesini, yaslanın güzelce arkanıza. 
        Bugün yarım kalmış anılardan bahsedeceğim size. Bu benim yıllar yıllar önce pembe tadında birine verdiğim söz. Yarım kalmış bir hikayenin son sözü belki de...

         Hayatta başınıza ne gelirse gelsin paylaşacak biri olmalı yanınızda. Yoksa yaşadığını yalnızlığa gömmekten başka bir şey olmazdı bu. Evet, mutlaka biri olmalı. Ama "sadece biri" olmamalı. Sanırım biz burada yaptık hatayı. Birine herkesten fazla değer verdik. Herkesten çok onu sevdik. Bir şey olduğunda aklımıza ilk o geldi. Bu yüzden yokluğunda ilk kez bu kadar ağır tökezledik. Başka birini onun yerine hiç düşünmedik. Konduramadık oraya, birini oturtamadık. Nasıl yapabilirsin ki bunu? Hayatının en dolu dizgin yıllarında, çocuk musun büyüdün mü bunun bocalamasını yaşarken geleceği konuştuğun birini öyle kolayca nasıl silebilirsin ki? Plan yaptığın, hayallerine ortak kıldığın birini herhangi biriymiş gibi nasıl düşünebilirsin? 
        Yapabilir mi insan? Günün çoğu anında yanında olan uzaktayken bile kendini hissettirebilen insanlarınızı unutabildiniz mi siz? İnsanların konuşamadığında anlatmak istediğini bağırabilen yegane şey şarkılardır. Sen, senin şarkılarını bilen birini, geri dönüşü olmayan bir yola uğurlayabilir misin? 
        Paylaştığın şarkılar olunca geriye kalanı süpürmesi zor. O yüzden çayın şekerinde bile aklına gelmesi. Her köşebaşında bir anın sana sessizce selam verirken zor. Tıkandığın yerde danışamamak, saçmalamak istediğinde ulaşamamak zor. Saatlerce konuştuğun insanla tek kelime edememek çok zor. Normal şartlarda kimsenin bilmediği şeyleri bilirsin sen. Bir sonraki hamlesine kadar eminsin. Ama gün gelince yaşıyor mu başkasından öğrenirsin. 
        Yarım kalmışlık işte böyle bir meret. Korkularının yerli olduğu bilmek gibi ürkütücü. Keşkelerle sıkıştırıp amalara tutundurur seni. Bu hikayede ama ile keşke arasında hırpalanan bir çift yüreğin hikayesi. Bir tarafın hayallerinin büyüklüğünün yanında diğerinin korkuları mı çarpıştı, bilemiyorum. Verilen sözler hangisine yenik düştüü, onun da bir önemi yok. Geriye bir küçük kutuda koca bir mazi var ben bir tek bunu biliyorum. Masumiyet kokan, aşkla bakan bir fotoğraf karesi gibi. Biraz eskimiş, duygular şimdilerde silik. 

        Yarım kalmışlığın yarası kapanır mı zaman gösterir. Bu hikayenin sonu burası mııı, onu da Allah bilir. Bozkırın ortasında dalgalar geliyor aklıma.
        Kayalıklara sıkışan dalgalar.
        Çarpıyorlar birbir
lerini buluyorlar.
        Sonra düşüp tekrar birbirlerini arıyorlar.
        Bu hikayede böyledir belki.
        Kim bilir...





(yakın bir arkadaşımın hikayesine şahit oldum. Yıllar önce pembe tadında o kıza vermiş olduğum bir sözdü bu yazı. Emanetin bende hanım kız! senin de onun da başımın üstünde yeri var)


















3 Ağustos 2016 Çarşamba

Mektubunuz Var

     Hayatta ne olacağımız belli mi? Mesela sen, iki dakika sonra başına ne geleceğini biliyor musun? Peki ya sen edalı hanım saniyeler sonra ne yaşayacağın hakkında bir fikrin var mı? Hey koca adam! Bir nefes sonra durabilecek misin yine öyle heybetinle? Tam da şu an yaptığınız her ne varsa sonunu görebilecek misiniz? Yazımı okuyabilecek misin mesela ya da dön başa, ben bu yazımı tamamlayabilecek miyim? 
     Bilmiyorum. 
    Hayatın tadının biraz da bu belirsizlik olduğunu düşünenlerdensen hoşgeldin aramıza. Sürprizlerle dolu anları bekliyorsan, geleceğinle ilgili güzel fikirlerin varsa ya da endişeleniyorsan, yine hoşgeldin. Aklına onlarca güzel fikir gelebilir. Yaşadığın bir sürü güzel olayın devamını bekleyebilirsin. Yahut zorda kaldığın anlar düşebilir hafızana, mücadelelerin olabilir. Hepsine gönderenin hatırına göğüs gerebiliyorsan sen de hoşgeldin. 
    Emanetin tek bir Kudret'eyse, yaşadığın ya da yaşayacağın şeylerle baş etme gücünü rahatlıkla bulabilirsin. Ama insanoğlu bu, gördüğünden kötüsünü düşünmez, düşünemez. Başına geleceğini aklına dahi getirmez. Olur ya insanlık hali ve her şey Allah'tan. Ama unuturuz işte bazen. Her şeyin bizim için olduğunu unuturuz. 
      Niye bu cümleler diyebilirsiniz şimdi? Yazacak onlarca şey varken "bu da ne" diye de sorabilirsiniz? Ama şu ara insani yanımızı çok hoyrat kullandık be güzel kardeşim. İşte bu yüzden Günün Menüsü'nde öyle bir şey olsun ki şu tahribat birazcık da olsa azalsın istedik. 

        Bir kaşık da olsa alırım diyenler haydi sofraya buyursun. 
        Karnım tok diyenlere de;
        N'apalım, afiyet olsun.   
-.-.-.-.-.-.-
      

       Küçücük bir gülümseme dünyamızı değiştirir...


        Videoyla yolumuz az önce kesişti. Tam da ufacık şeyleri kafamda büyütürken, kendi kendimi çıkmazda dolandırırken. Videoyu izlemeden önce bu kadar neşeli değildim sanırım. Şimdi gülümseyebiliyorsam, oldukları yerden hiç tanımadığım bu yüzler başardı bunu. Hep savunduğum bir şey vardı "Bugün birinin yüzündeki tebessümün sebebi olun"  Benimkilerin sebebi onlar. Küçücük dünyalarında kocaman dertleriyle boğuşan koca yürekli çocuklar! 
          Şimdi burada, bir hamle yapman lazım. Sen bu çocuklara acıyan gözlerle bakar mısın yoksa aslında acınası olacak tarafta mısın? Kolay olanı yok saymak zannederken vicdanını ne kadar ezdiğinin farkında mısın? Bir tebessümünle dünyaları değiştirebilecek güç varken bir insanı kazanmanın ne kadar zor olduğuna dair cümleler mi sıralayacaksın? Başına gelmeden anlamayacak mısın? 
       Bence bunların hepsi bomboş cümleler. Ben eminim sen hepsini sımsıkı kucaklayacaksın. Sıcacık bir gülümsemeyle merhaba diyeceksin aslında. Yanında yakında varsa daha da çok farkedeceksin. Çocuklarınla kaynaştırcaksın onları. Dışlamayacaksın. Ah vahlı cümleleri sözlerinde barındırmayacaksın. Kalpte farklılığın olmayacağını hissettireceksin. Ben inanıyorum, sen tek bir gülümsemenle dünyaları değiştireceksin. 
          Şimdi burada, bu yazıyı güvercin kanadıyla ulaştırmışım farzet. Mektubu alan kocaman bir el sallasın. Güvercinime tebessüm takıp yollamayı da sakın ha unutmasın! :)

10 Temmuz 2016 Pazar

Yolu Çankaya'dan geçenlerle bir gün bir yerde buluşuruz.


Evin önünün bol ayakkabılı olduğu zamanları çok severim. Anne günlerini(altın günü) hatırlatır bana. Ayakkabılar kapıda çoğalıyorsa bil ki mutfak bayram yeri. Ne farkı var diğer günlerden diyebilirsiniz. Mutfağı pasta börekle doldurduktan sonra aynı şey diyebilirsiniz. Ama değil işte. Tarifinde bir sır var. Ne mi o? Hemen söyleyelim. Samimiyet! Samimiyet evet. Çünkü misafir diye onu ağırlardınız, mis kokulu mutfaklarda şen sesler duyardınız. İşin bütün tılsımı bu samimiyette.

fotoğraf: Selin Öner
İşte beş yıl boyunca kaldığım odanın kapısı hep böyleydi. Ne şikayetler aldık bu yüzden. Gece gündüz demeden, saat ayırt etmeden neler yaptık birlikte. Anne mutfağı gibi olmasa da kendimizce olan mutfağımızda neler hazırladık. Anne elinden çıkanlar da geçti soframızdan. Paylaştığımız sadece iki lokma değildi. Kavgalarımızı, acılarımızı paylaştık. Kimseciklere diyemediklerimizi birbirimize anlattık. Hıçkırılarımızı duvara kazıdık. Sonunda "tamam bi sus artık ya ne ağladın yiteer" diye de çarptık iki tane😂 Gülüşmelerimiz oldu bizim, birlikte. Çocuk gibi. En karamsar şeyde bile tebessüm edecek bir şeyler bulduk. Önce ufak ufak gülmelerimiz çığ gibi büyüyüp üç kat aşağı inmeye bile başladı. Sonra da sesi duyan geldi zaten. Birbirimize aile olduk, dost olduk. Birlikte güçlendik, kenetlendik. En sert eleştirileri biz yaptık ama yine en güzelini de biz söyledik. Ayırt etmeden herkesin iyiliği için çabaladık. Art niyet girmediğinden herhalde kimi hatırlıyorsam bu kapıdan içeri giren, hepsi can oldu bize. Şarkılar söyledik birlikte. Dans ettik. Birbirimizle alay ettik hem de hiç acımadan. Ömürlük malzeme topladık aslında gün yüzüne çıkmaması gereken. Tek kelimeyle koca bir ekibi güldürebilecek durumları yaşadık. Mesela Selin-Aslı deyince herkes güldü şimdi.(selin az gülmüş olabilir) Gülşah-Mert dediğimde hepiniz Merve tonlamasıyla "yaaaa" dediniz biliyorum. (Maşallah deyin bir de ardından) Birine uyanma konusunda hiç güvenmeyeceksek adres belli. Pandalar yalnız dediğimde en çok üzülen malum. Hadi kalk bir Hamamönü'ne gidek dediğimde asla geri çevirmeyecek tek bir insan tanıyorum mis gibi Adana kokan! Filmlerden, oyunculardan değil senaristten yönetmeninden sohbet edebileceğin, bütün yabancı dizi-film dünyasının nabzını tutan İngiliz edalı kızımızın da yeri belli. Pembe tadında huylu hayatlar filmi var mesela. İzleyenler bilir kim var başrolde. Ben karşiiim desem Sakarya'dan alır selamımı bir diğeri. Susam'ın annesi var, teyze olma ihtimalimi somutlaştıran. Gözümü açtıklarım var bi'de, Kıprıslı ve Bodrumlu iki güzel☺️ Parşömen dediğimde o ne diye suratıma bakmayan bir güzel var bir de, Mersin'den, tam bir İnci tanesi. CANsınım var diğer bütün canlar gibi. 

Anlayacağınız o ki bizim kapımız dost kapısı oldu her birimize. Kelimelerle anlatamayacağım kadar çok şey yaşadık birlikte. Şimdilerde ceplerimde anılarla bir diğer durağa geçmeyi bekliyorum. Ankara'yı niye bu kadar çok seviyorsun diyorlar bana. Şehri sevmek için göze dokunacak şeyler beklemedim ben. Bakınca öyle kocaman kocaman şeyler de yapmadım aslında. Yaptığım tek bir şey var geriye kalan her şeyi önemsiz kılan. Ne mi yaptım?
Ben sadece dost biriktirdim...
Mesele vedalara kılıf bulmak değil, cici görünsün diye süslü cümleler de kurmuyorum. Mesele şu ki "harada olsaq, necə olsaq onların yeri çox ayrı "
Biliyorum çoğunuzun yüzünü sardı tebessüm. Haydi açın biraz sesini de birlikte dinleyelim.
Kaldığımız yerden...

Not: Fotoğrafın hatrına yazılmış anlık bir duygu paylaşımıdır. Atladıklarımız olursa kırılmasın. Ankara ayazını çayın demi gibi yumuşatanlarsınız siz. Hayatımıza değdiğiniz için kendimizi şanslı hissederiz.


11 Haziran 2016 Cumartesi

Bir ben var benden içeri ki sorma gitsin

       Ne zaman ki insani değerlerimiz yara aldı, biz bize yabancı gelmeye başladık o zaman "çağın hastalığı" diye bir kavram türedi. Nasıl bir çağsa bu, ardı arkası kesilmeyen onlarca konuyu da bu başlıkla gündeme getirir olduk. Belki dikkat çeker diye de tavrınızı bozmadan biz de bu bitmeyen listeye bir tanesini ekleyelim dedik. Siz ne düşünürsünüz bilmem, ama bir çağın hastalığı varsa bunun temel sebebi ben olma çabasıdır. Hatta geriye eklediğiniz bütün semptomlarda buradan kaynaklanır.
      "Ben olma çabası" insanın kendi iradesiyle kendine etiket yapıştırmasının ta kendisidir. "Kendimi ifade edebiliyorum" ego kılıfıyla kamufle edilirse de siz aldanmayın. Basbaya acizliktir. Kurulan bir cümle içinde düşünceden çok "ben"i vurguluyorsan başka türlü yorumlanılması beklenemez. Küçük benlik tanımlamalarınız bu aralığımızın dışında. Kastettiğimiz bütün bir sohbet süresince ben , ben, ben ve yine ben temalı sözleriniz, içini dolduramadığınız ama savunmaktan da asla geri durmadığınız beyanlarınızdır.


        Dünyayı kokuşmuş bir egoizm sarmış, kişiler de buna ayak uydurmuş olacak ki nereye baksak kendini ispatlama çabası görüyoruz. Bunu yaparken de özgün şeylere değil hep taklitlere değiyor gözümüz. Bir kısır döngü var ortada. Rıfat Ilgaz'ın Şeker Kutusu gibi ortada dönüp duran, asla kendine özgü olmayan, hep dön başa dediğimiz olayı yaşıyor bu kişiler. Başa saran filmler gibi tekrar tekrar, bıkmadan, usanmadan. Bir beğendiğini diğerinde beğenmeyen, kendi sevdiğini bir başkası tü kaka dedi diye öteleyen onlarca insan türemiş sanki. İşin komik yanı bu insanlar bütün bu hengamede her seferinde ağız dolusu ben diyebilecek bir nokta bulabiliyorlar. Benim sevdiğim, benim giydiğim, benim oyum, ben buyum, ben, ben, ben, hep ben! En çok ben! Yine ben! Dön dolaş yine ben! (ERROR)
       Hepsi tek elden çıkmış da aynı gün piyasaya sürülmüş gibi. Hepsi birbirinin aynısı ama hepsinde bir farklı olma çabası. Üstünüze alınmıyormuş gibi duruyorsunuz. ALININ. Çünkü nasıl pis bir girdapsa herkesi içine çekiyor. "ben böyle bir adamım","benim tavrım bu" "dinle bak şimdi ben..." "bir ben var benden içeri ki hiç sorma..."
       Hep bir açıklama telaşı, hep bir kendimizi anlatma çabası. Samimiyetin azalmasıyla hortladığını düşünüyorum. Sanal alemleri hayatımızın olmazsa olmazı yaptığımız an hükmetme yetisini kendi ellerimizle ona verdik. İki çift laf edemez hale gelip, 5 dakika yüz yüze konuşmaya tahammül edemediğimizde başladı bu kendini ifade etme yarışı. Kimse hayatı paylaşmıyor ki, herkes zamanını harcıyor. Öyle olunca da küçük iktidarların peşinde olmak için büyük uğraşlar veriyoruz. Kendimizden büyük laflar ediyoruz. Çünkü havalı geliyor. Laf ağzımızdan çıktığı an beynimiz kendi alkış efektini devreye sokuyormuş gibi davranıyoruz. Bir mağrur eda ile salına salına geziniyoruz. Süresi üç dakika. sonra unutuluyor. Bir şeyi en çok "benim" sevmem gerekiyormuş gibi keskin sınırlar çiziyoruz. "Ben elmayı hiç sevmem." Yahu belki bir gün gelecek ve sen o elmaya aşık olacaksın nereden biliyorsun, ne bu keskin cümleler. Ne gerek var! ( Yine üstüne alınmıyormuş gibi okuyorsun, ALIN) Belki o sevmediğin şey tamamlayacak seni, belki eksik parçan o, yarım hissetmene sebep o. Kapıları bu kadar sert kapatmaya gerek var mı? 
        Farklı olmayı dillere düşürdüğümüzden beri belimiz doğrulmuyor. Oysa eskiler insanı beyanlardan değil tavırlardan anlardı. Alenen söylenmiş şeyler ifşa sayılır, samimiyet süzgecine takılırdı. Biz ki ne zaman o süzgeci esnettik, genişledik, modern modern baktık dünyaya; o zaman alt üst oldu dengeler. Şirazemiz kaydı, İşlere değil sözlere bakar olduk. Dünyada binlerce renk varken kendimizi tek renge hapsederken bulduk. Peki istediğimiz bu muydu? Gerçekten? Kendimizi kelime kelime, her birini vurgulaya vurgulaya mı anlatmaktı derdimiz? İnsan koca bir umman iken sığ kuyulara hapsetmek mi, bütün çabamız? Bunun için miydi? Sahi böyle mi tanınmak isterdin? Ben şöyle ben böyle diye kurabileceğin 20 cümleden mi ibaretsin sen? 
           Yapmayın n'olur, yapmayalım! Bir dalgadır yayılıyor bizler artık şu işe bir tavır koyalım. Pişik olmuş düşüncelerle bu yol bitmez. Akıllarda yer edinemezsiniz, hele gönüllere hiç giremezsiniz. Biz edalı insanları severiz. Tavrından, bakışından, duruşundan etkileniriz. Sözler öyle kıymetlenir. O sözleri ben, ben, ben diyerek hafifleştirmeyin. Bırakın hayat size yaşamanız gereken onlarca an sunsun ve siz her birini içinizden geldiği gibi ama kendi doğrularınızla, kendiniz gibi yaşayın. Sözlerinizin üzerindeki ipoteği bir zahmet kaldırın.
              Kaldırın ki size bahşedilmiş o umman artık dalgalansın!

8 Haziran 2016 Çarşamba

Kafamızdakileri Şu Güzel Dine Giydirmeyelim

         
    Hoş Geldin Yâ Şehr-i Ramazan



        Efendim aziz misafirimiz var bu ay. Herkesin gönül derdi ortak. Azcık yaşını almış abla ve abilerin  "nerede o eski ramazanlar " hayıflanmalarını duyar gibiyim. Ben bile özlüyorken birkaç yıl öncesini, onlara çok görmemek lazım bu serzenişi. Yıllar geçiyor. Her şey değişiyor. Ama çocukluğumdan beri değişmeyen tek bir mevzu var: Orucu ne bozar? Cevabı bitmeyen, sora sora tüketemediğimiz, her seferinde eskilerin altını çizip birkaç madde de yanına eklediğimiz o meşhur sorunun bıkkınlık veren cevapları hiç değişmedi. Yıllardır orucu ne bozarı dinlediğimiz kadar milletin evladını, alimini, gönül ehlini, Allah dostlarını, ecdadın hayatını dinleseydik ne çok şey öğrenirdik İslam'ın içinden. O zaman kolay olurdu birlikte, hoşgörüyle, yargılamadan, herkesi kucaklayarak yaşamak. 
        Yaşamak demişken Ramazan'ı yaşamak tabiri de bu günlerde sık kullanılanlar arasında. Sahi ne demek bu? Nasıl yaşanır Ramazan? On bir ayın kefaretini tek bir ayla öderim gibi bir algı yanlış olsa gerek. Çünkü bu ayın özelliği farkındalığı arttırmak, bütün güzelliği de bunu, bütün kainata yaymak. İnsandan hayvana, oradan doğaya süzülen manevi bir dünyanın sarmaşık gülü misali. Boğazından lokma geçmesiyle ya da bir yudum su sızmasıyla bozulmasından ziyade gönülleri terbiye, nefse hükmetme, ruha hürmet adabıyla örülmüş bir ruh halidir söz konusu olan. Empati yapabilmektir en basit haliyle. Hiç aklına gelmese bile şu günlerde yoku düşünebilmektir. Yoku yaşayanın halinden anlayabilmektir. Yetim başını okşayabilmektir. Akşam eve dönerken pide kokusunu ihtiyacı olanla paylaşabilmektir. Günün bütün yorgunluğuna, bütün fiziksel zorluğuna rağmen gülümseyebilmektir. Trafikte ya sabır çekebilmektir. Gürültüde değil de huzurda buluşmayı dilemektir. Aklına gelmeyen onlarca detayın gün yüzüne çıkıp, hayatı güzelleştirmesidir. Canının çektiği ufacık bir şeyi bile hasretle sofrada beklemektir. Bekleyebildiğin için de şükretmektir. Akla başka bir sürü şey gelebilir: Edep giysisiyle salınan fikirlere özenmektir, bir çayın deminde kurulan sohbetlerle beslenmektir. Akşamın gün üzerindeki hakkını ödemesidir. Tabii orucu da beslemek gerekir. Ruh bir ayetin harekesiyle, bir ezanın davetiyle, tesbihin kokulu boncuğuna bıraktığın bir selamla doyabilir. Güzel söz, samimi bir edayla coşabilir. Ramazanı yaşamak dediğimiz şey bütün bu yazdıklarımız olabilir.
        Düşünce dünyanıza göre ardı arkası kesilmeyen onlarca cümle kurabilirsiniz. Kurmakta da serbestsiniz. Ama şöyle bir baktığımızda bütün bunlardan ziyade daha fos cümleler kurmayı tercih ettiğimizi görüyorum. Ne yazık! Sakız çiğnersem orucum bozulur mu sorusunu duymaktan özümüz tükendi. İnanın işin özü senin ne yiyip ne yemediğin değil. Ramazan dediğin de yemek festivali hiç değil! O yüzden ruhunuzu dibe çekecek her şeyi bir kenara bırakın. Atın üstünüzdeki fazlalıkları. Çünkü bu ay onun ayı. Depara kalkıp iyiliğe koşacak ruhunuzu hantal düşüncelerle yavaşlatmayın.  
       Haydi gelin bu ramazan farklı olsun. Yorgun, mutsuz, asabi yüzümüzü güldürmekle işe koyulalım. İnanın oruç tutmak böyle olumsuz şeylere vesile olmaz. Hem gülmek için illa tok mu olunmalı? Aklınıza gelsin aylarca bir lokmayla mutluluk saçan insanları. Gülümsemekle başlayalım haydi.
       Sonra selam verelim. Asık suratlarla fethedemezsiniz hiçbir kaleyi. Kötü davranmayalım birbirimize. Hem bağırıp çağırıp bir de kalp kırınca iyi mi oluyor sanki? Sabır diyelim, kontrolü kaybedeceğimiz her anda ya sabır diyelim. Sonra yardım edelim, ettirelim. Birbirimize faydamız olsun. Ramazan dediğinin özü de bu değil mi zaten? Hatırlamak, biribirimizden haberdar olmak. Mideni boş bırakırken dilimizi doldurmayalım kötü sözlerle. Yalana yaklaşmayalım. Durduk yere ana bacı saymayalım. Yan gözle bakmayalım. Kibirden kaleler inşa etmeyelim, insanlar arasına set çekmeyelim. Şer odaklı olmayalım ki dünyada nefret tohumunu üretmeyelim. Birileri yeterince serpmiş, toprak yağmurdan sonra bile barut kokuyorken bir felaket halkası da biz eklemeyelim. Sen şusun, sen de bu diyip ötekileştirmeyelim artık. Aynı bağın bülbülüyüz biz. Güle birlikte yanarız, yeter ki gaflete düşüp de dikene kurban gitmeyelim.Hoşgörü elbiselerimizi ütüleyelim güzelce. Bayram sabahını bekleyen masum birer çocuk gibi neşeyle ağırlayalım şu ayı.  
       İşin özü canlar, aslında bütün ömür yapmamız gerekenleri sadece bu aya özelmiş gibi nakletmeyelim. Orucu ne bozardan ziyade bizi ne bozar ona odaklanalım. Çünkü, izin verdikçe bizi bizden çalıyorlar, dinden uzaklaştırıyorlar. Bari bu ramazan şu güzel İslam'a kafamızdakileri giydirmeyelim olmaz mı? O yüzden bırakalım keyfi uygulamaları, aynı cümleyi defalarca tekrarlamayı. Bize yeni şeyler lazım. Özümüze döndürecek bir rüzgar, kendimize getirtecek bir söz.
        Kısacası cancağızım, bütün bu hengame içinde bize, bizi anlatacaklar lazım.

28 Mayıs 2016 Cumartesi

Efsunlu Şehrin Masalsı Köşesi


        Güzel memleketimim efsunlu şehri İstanbul. Herkesi ruhunun bir yerinden yakalayan, yakaladığı gibi de bırakmayan o şehir. Ne diyordu Necip Fazıl " ruhumu eritip kalıpta dondurmuşlar/ onu İstanbul diye toprağa kondurmuşlar". Kökten bağlılık dedikleri bu olsa gerek. Derinde bir yerlerde ruha tutunur bu şehir.  Bir martının kanadında, bir dalganın köpüğünde canlanan şehir. Şarkılarla  dilden dile gezen, bir klarnetin sesinde, uzakta yaklaşan bir simitçinin nefesinde, gizemli sokakların gölgesinde, gizlenen hayatların neşesinde, aklın sınırlarını zorlayan, birbirine değen hayatların ortasında yaşanan İstanbul. Buram buram tarih kokan İstanbul, Üsküdarlı, Beyoğlulu, Çamlıcalı, Kasımpaşalı, Kadıköylü, Modalı İstanbul... Ülkenin bir köşesindeki hayalin timsali. Zenginin mıntıkası, garibanın büyülü rüyası İstanbul. Ah istanbul, canım İstanbul! Yine üstadın dediği gibi ille de İstanbul!
        Eski alemlerin sarhoşluğu eserken Boğaz'dan, tarih de her bir köşe başından selamlıyor sanki bizi. Bizans'ın ruhu bu şehre hiç uymamış gibi, her yerde ecdadın izleri. Ve 1453, belli bir mekanın değil Yahya Kemal'in de dediği gibi "zamanın fethinin başlangıcı" sanki. Peygamber müjdesiyle kurmuşuz gönül bağını, ondandır böyle sahiplenmişiz bu şehri.
       Peki hayata dair derin şeyler besleyen bu şehrin, konusu hayat olan edebiyatı etkilememesi düşünülebilir mi? İstanbul edebiyata karşı kayıtsız durabilir mi? Duramaz tabii ki. Yaşayan insan gibi edebiyatta İstanbulla nefeslenir sanki.
       Sabah, mahmurluğunu edebiyatla atar. Yüzüne su çarpan insanlar gibi İstanbul'da edebiyat çarpıyor yüzüne, sırf daha iyi bir güne uyanmak için. Kadim dostunun pek çok alanında yer ediniyor kendine. Hemen hemen edebiyatın bütün ürünlerinde kendini gösteriyor.
      Her karış toprağının hatrı vardır mutlaka ama İstanbul denilince akla ilk Boğaziçi düşüyor. Boğaziçi ki kültür içinde ayrı bir kültürdür. Kendine has bir tavrı vardır. Mehtabın suya düşüşü farklıdır, martıların gezişi, kayıkçılar buradadır. Yalılar ihtişamıyla selamlar sizi. Asırlardır orada olan medeniyetin odağıdır Boğaziçi. İstanbul Kasidesi'nde, LatÎfÎ'nin Evsâf-ı İstanbul'u'nda, Bâkî'nin edalı İstanbul akşamı tasvirlerinde sezmek mümkündür.
       Boğaziçi bir şiirin peşinden koşar gibi şairleri beslemiştir. "Geliyor Boğaziçi'nden doğru bir iskeleden kalkan vapurun sesi" derken Ziya Osman Saba kollarıyla karşılamıştır boğazı. Orhan Veli'ninse ömrüdür burası. Bozkırın ortasında bile gözünüzü kapatıp İstanbul'u dinlemek, Boğaz'ı yanı başınızda hissettirir. Özdemir Asaf Boğaziçi'nden eteklerini toplayarak geçen bir kadın tasviri sunar Boğaz Gezintisi'nden. Erol Güngör gönül sende yaşlansın, dizler sende yorulsun derken her şeyiyle kabul bir "Harika İstanbul" anlatır.  Faruk Nafiz Çamlıbel "Boğaziçi'nde gezmek şiir içinde seyahat gibidir" derken ne kadar da haklıdır.
          Abdülhak Şinasi Hisar’ın “Boğaziçi Medeniyeti" diye özellikle tasvirini yaptığı bu yer mensur eserlerde de can bulur. Yahya Kemal Beyatlı, Ahmet Hamdi Tanpınar, Mehmet Rauf, Refik Halit Karay, Ruşen Eşref Ünaydın, Münevver Ayaşlı da Boğaziçi’nde hayatın kuruluşunu uzunca anlatır. Huzur romanında bir Boğaz seyriyle yolculuk başlar. Eylül'de buranın ayrı bir yeri vardır. Yalı sakinleri anlatılır. Uzun uzun Boğaz'ı izlemenin hazzını yaşayanlarla lodosundan bıkmış keyifsiz insanlar aynı kitabın sayfalarında yer alır. Edebiyatta Boğaziçi anlatılırken yalılar, çeşmeler, meydanlar, sokaklar ve duraklar da hafızalarımıza nakşedilir. Boğaziçi nostaljiden fazlasını sunar bizlere. Ahmet Hamdi Tanpınar'ın "Allah beni Boğaz'dan ayırmasın" duası bütün gönüllerden geçmiş dualardandır şüphesiz. Nehr-i aziz denmesinin hakkını verdiğini düşündüğümüz Boğaziçi, edebiyatımızda salınan nazlı bir güzeldir. Bedri Rahmi Eyüpoğlu'nun masal benzetişi haksız değildir. "İstanbul deyince aklıma bir masal gelir/ Bir varmış, bir yokmuş..."
       Görüldüğü gibi her dilde İstanbul her şey İstanbul. Ecdad yıllar önceden görmüş olmalı ki ; insanları, bu şehrin müptelası. İstanbul sevginin en belalısı. O zaman yapılacak tek şey ay yıldızın sırmalı damgası. Fethin kapısını kim araladıysa, zamanında Fatih'in geçtiği surlardan o yiğitlere selam olsun!
       Gönlümüzde de yer edinmiş bu efsunlu şehrin muazzam köşesini anlatmaya üstatla başladık madem haydi yine onunla bitirelim:
              "Gecesi sümbül kokan
               Türkçe'si bülbül kokan
               İstanbul
               İstanbul..."
            


10 Nisan 2016 Pazar

K'DİFE MEKAN


                 BAYANLARIN DİKKATİNE! SİZE ÖZEL KAFENİZ AYAĞINIZA GELDİ  -2-


     Aynı başlıklı ilk yazımda "Sevdiklerinizle oturup bu keyfi paylaşabileceğiniz, yanında muhteşem tatlarla tanışabileceğiniz bir yerden bahsetmek istiyorum size" diye yazmıştım. O zamanlar daha çok yeniydi K'dife. Açıldığından bu zamana kadar ki sürede çok şey değişti. Tecrübenin yanında lezzetlerine lezzet kattılar. Değişmeyen şeyse, hala kapıdan içeri girdiğinizde sizi kucaklıyor olması. Sıcacık konsepti, butik kafe olması farkıyla Konya'daki bayanların değişmeyen adresi olma yolunda hevesli ve sağlam adımlarla ilerliyor. Peki onu böyle farklı kılan ne mi? Haydi düşün peşime de size bu özel kafeyi daha detaylı anlatayım...
  • "Yemek yemek üstüne ne düşünürsünüz bilmem Ama kahvaltının mutlulukla bir ilgisi olmalı"

 

        Ne güzel demiş şair. Kahvaltının kesinlikle mutlulukla bir ilgisi olmalı! K'dife Mekan'da da işte bu mutluluğun özel adreslerinden biri. Zengin kahvaltı çeşitleriyle taze ürünleri ve lezzetli görüntüsüyle mutluluğunuzun sebebi olmaya talip...







  • Kahve, kendiliğinden bir dildir. 
     Her ne kadar çayın demiyle mutlu olanlardan olsam da kahvenin hatırını da görmezden gelemem. Siz de kahvaltı sonrası kahvenizi içmeden duramayanlardan mısınız? Kahvaltıya gerek yok, güne kahveyle başlasam yeter diyenlerden misiniz? Peki kahvesiz yaptığınız sohbet eksik mi geliyor? O zaman doğru adrestesiniz. Özel yapım kahveleri ve yanında sundukları el yapımı kurabiyeleriyle K'dife Mekan'da dostlarınızla kırk yılı devirebilirsiniz.




  • Annem yapmış gibi LİMONATA!



        Malum sıcaklar kapıda. Serinlik veren bütün içeceklerin de başımızın üstünde yeri var .(yazar torpili: çayın yeri hiç değişmez:) Geleneksel tadının yanında seçebileceğiniz alternatifler K'dife Mekan'da mevcut. Ayrıca şefin doğaçlama yaptığı limonataları da tatmanızı ısrarla öneririm.






  • Bir TATLI huzur almaya geldik...
    K'dife Mekan'da birbirinden lezzetli tatlılarla karşılaşmaya hazır olun. Tiramisu, browni, cheescake, birbirinden çeşitli kuru pasta ve ev baklavası vitrinde yerini almış duruyor. Bunun yanında el yapımı çikolatalarsa
tadılmaya değer. Ama benim favorim kesinlikle K'dife Pasta. Kadifemsi görüntüsüyle gerçekten denenmesi gereken özel bir lezzet.









  • Geleneksel tatlar K'dife Mekan'da...


   İçli köfteden mantıya, kısırdan su böreğine, börek çeşitleri ve gözlemeleriyle geleneksel tatlar K'dife'de. Ayrıca 12.00- 14.00 saatleri arasında, günlük belirlenen menülerle ev yemeği yiyebilir, fast food tatsızlığından kurtulabilirsiniz. 
       
   Bir Urfa türküsünde "bol yoğur gelin bacı, ille de canım çiğköfte" der. Siz de o türküye iştirak edenlerdenseniz doğru adrestesiniz. Hafta sonları farklı tatlar etkinliğiyle K'dife Mekan, müşterilerine farklı tatlar sunmaya çiğköfte ile başlıyor. Sevdiklerinizle beraber bu lezzete eşlik edebilirsiniz. 




  • K'dife Mekan özel günlerinizde size yol arkadaşı oluyor.


K'dife çeşitli organizasyonlarda da size yol arkadaşı oluyor. Üst katta kafe düzeni , alt katta kalabalık misafirlerinizi ağırlayabileceğiniz geniş bir salon bulunuyor. Kına, doğum günü, baby shower, toplantı vs. gibi özel günleriniz için hizmetinizde. Ayrıca karaoke ve ses sistemi de bulunan K'dife'de isteğe göre düzenlemeler de yapabiliyorsunuz. Bunun yanında bayanlar günlerini de burada yapmayı tercih ediyor. Belirleyeceğiniz menünüzle misafirlerinizi burada ağırlayabiliyorsunuz. Hem de kültürümüzün bize öğrettiği gibi özel bir titizlikle ve güler yüzle...
K'dife bunun için ev sahibi olmaya gönüllü bir yer. Aklınızın bir köşesinde bulunsun derim...








Efendiiim görüldüğü üzere Konya'nın artık bayanlara özel bir kafesi var. Yolunuz düşer gönlünüz de isterse diye adresini aşağıda belirttik. Bir uğrayıp görün oradaki güzel insanlarla da tanışın isterim.
Şimdiden afiyet bal şeker olsun:)






Adres: Hacıkaymak Mah., Şehit Mehmet Akdemir Sk., Gümüşhan Apt. No:5/E, 42060 Konya

Telefon:03322350820