24 Aralık 2017 Pazar

HER YERDE KAR VAR

Kapat gözünü.
Bir dağ evindesin. Divan var, kenarları hasırdan yastıklı. Uzanıyorsun öylece. Yanında bir köy sobası. Çıtır çıtır sesler geliyor. Dışarıda kar sesi var, ince ince. Pencere camı buğulu, kalbinle yarılacak neredeyse. Kalkıp o cama iki isim yazıyorsun. 
Sevdiklerin ve affedemediklerin.
Affedemediğini de çok sevdin bir zamanlar. Sobanın alevi harlanıyor gölgesi vuruyor duvara. 
Şimdi affedemediğini sil o camdan. Sevdiğinin etrafını çerçevele kalple. Affettikçe genişler gönül. Geçmez belki sana hissettirdiği ama öfken diner. 
Sakinleşirsin.
~~~~~~~~~~~
Sosyal medyadan öğrendiğim bir şey var “insanlar bir eylülde, bir kasımda, bir de kar yağdığında duygusallaşır”. Diğer aylarda da bu zamanlarda duygusallaşmaya sebep olacak malzeme biriktirir gibi gelir bana. Baksanıza ilk kar zerresinin toprağa düşmesiyle birlikte hicaz makamından paylaşımlar yapılmaya başlandı. Aslına bakarsan kar yağdığında bir sessizlik çöker ya şehre, bence bütün sebep bu. Yüreğinin sesini bastırabilecek bir gürültü yok etrafta. Sizin bilimsel açıklamalarınız vardır illaki, hepsi başım gözüm üstüne ama ben insana dokunuşundan yana tavır koyuyorum. Çünkü ancak ilk kar düştüğünde görebiliyorum insanlardaki dinginliği. Battaniyeler bu zamanlarda kıymetli. Fonda çalan şarkılar yazı telafi eder gibi. Tozlu raflardan çıkan bir eski plak çalıyor şimdi gönüllerde. 
Haydi bir ortam hazırla kendine. Buğulanan cama yazacaklarını düşün: sevdiklerini ve affettiklerini.
İlla dağ evi olmasın. Kırık dökük de olsa başını sokabilecek bir evin varsa şanslısın. 
Şükret.
Teşekkür iyi hissettirir. Kendine getirir. 
Sakinleştirir.
Sakinleş.
Elinde tuttuğun fincanı koy yavaşça kenara. Az önce fincanın sıcaklığını hisseden parmak uçlarınla dokun soğuk cama. Hayatta böyle değil mi bir sıcak, bir soğuk, bir sıcak bir soğuk...
Neyse dur, ne diyorduk;
Sevdiklerin ve affettiklerin.
Şimdi affedemediğini sil o camdan. Sevdiğinin etrafını çerçevele kalple.
Sevdikçe güzelleşir dünya.
Çok sev!
Affettikçe genişler gönül.
Affet!
Gönlüne serin gelen şeylerin üzerini ört ki çözülsün buzlar.
Al işte kış başladı, etrafta yeterince buz olacak.
Sen yüreğini sıcak tut, fazladan bir buza inan kimsenin ihtiyacı olmayacak.

NOT: Pencereyi açtığın an yediğin soğuk var ya, işte o bazılarımızın gerçeği. Kendi dünyamıza kapanmadan önce bu soğukta yaşamaya çalışan canları da unutmayalım olmaz mı!




16 Aralık 2017 Cumartesi

DİLEK KİPİNİN HİKAYESİ




Çocuklar toplaşın yamacıma!
Size bu dünya var olduğundan beri can bulan bir hikaye anlatacağım. Dilek kipinin hikayesi
İnsanın gölgesi yeryüzüne düştüğü andan itibaren var olan bir hikaye.

       İnsanlar hep bu cümleleri kurmuşlar. Bir arzu dolaşmış damarlarında. Üşümüş keşke ısınabilseydim demiş ateşi bulmuş. Bulduğu ateşte bir medeniyet kurmuş. Hayatı avcılıkla geçmiş hayvanlara hükmetmek istemiş, atı evcilleştirmiş. Bir yerden bir yere hızlı gitmek istemiş, tekerlek bulmuş. Onunla açılmış, bulunduğu yerden sıkılmış. Açlık susuzluk bastırmış. E merak da var. Yürümüş göç istemiş. Soy devam etsin demiş oğul istemiş. Yeni insanlar görmüş, aileler karşılaşmış torun istemiş. Devran böyle süregelmiş istekler bitmemiş, fermana yazılmış devlet istemiş. Devlet töre istemiş. Töreye uyacak halk, hak istemiş. Toprağında adalet istemiş. Sancak dalgalansın devlet şanı sınırları aşsın istemiş. Derken çağ kapanıp açılmış. Defalarca! Sonra devran dönmüş dünyayı bir başka bir istek sarmış. Vebalı bir kanlı hüküm isteği, savaşları ardı ardına getirmiş. Bir istek koca imparatorlukları devirmiş. Bir istek bütün coğrafyanın sınırlarını değiştirmiş. Devran değişmiş. Gel zaman git zaman vakit bugünlere gelmiş. Ama istekler hiiiiç bitmemiş. İnsanın gölgesi yeryüzüne düştüğünden bu yana içinde bir dürtü, hep bir şeyler istemiş. 

         Bütün istekler başta hayatını değiştiremeyecekleri kadar küçük görünür. Tek bir istekle dünyanın eksenini kaydıran insanoğlu kendi hayatının eksenine neler etmez varın siz düşünün. İstekler silsilesinin devamı olan bizler de isteklerimizle geleceğe yön veriyoruz. Ağzımızdan çıkan her sözü dua bilenler için düşünün bakalım, aslında isteklerimizle hayatımızı ne yöne çekiştiriyoruz? Tetris'te hata yapınca oyun bitsin diye arka arkaya tuşlara basardık ya onun gibi mi davranıyoruz yoksa legoları sağlam oturtup kocaman kule yapan o kendinden emin çocuk gibi mi?
Neyi niye yapıyoruz bir fikrimiz var mı?
İsteklerimiz neler?
Niye istiyoruz onları?
Bu isteklerimiz kimi kucaklıyor?
Ya da kimi öteliyoruz çalı süpürgesiyle savurur gibi.

İstekler gelecek için önemli. Şu an kim olduğumuz bir “dilek kipinin hikayesi".
Gelecekteki bizi inşa ediyoruz çaktırmadan.
Bugünü şimdiden dün ilan etmemek için şimdi, şu anda kapatın gözlerinizi.
Gelecekteki size bir selam gönderin. Bakın bakalım sevecek gibi misiniz onu, gururlanacak işler yapacak gibi mi, farklı mı dünden? Yarına iz bırakabilecek mi?
Soruların cevapları sizde. 
Dedim ya bu bir dilek kipinin hikayesi.
Yüzyıllardır süregelen, güneş gibi her gün doğup her ölümle biten bir hayatın hikayesi.
Bu hikaye sizin.
Yaşanacak tek bir ömür var.
Onu da hakkını vererek yaşayalım olmaz mı?
En güzel dilekleriniz sağlıkla yaşanacak ömrünüzde olsun.
iyi hafta sonları:)



22 Ekim 2017 Pazar

Ben Tek Siz Hepiniz

Müzik eşlik etsin istiyorsan
         
--------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

          Bana sorsalardı büyürken bu kadar bonkör davranmazdım. Mesela saniyelerin akıp gitmesi deyimini kaldırırdım lügatten. Zaman gelip geçiyor dur demek kolay değil şarkısını dinlemezdim hiç. Acele etmezdim "cici bebe"yle aşk yaşarken. Bez bebeklerim duruyor olurdu hala. Tek derdim gelecek misafir çocuğu ördeğimi görmesinde n'aparsa yapsın olurdu. Ben hala Temel Reis'in tarafında, sırf hatrına ıspanak yerken bulabilirdim kendimi. Çoraptan topla yapılan maçta kaleci olurdum büyük bir zevkle. Bonibonumun arkası düşüp hepsi yere saçılınca ağlardım bir tek. ( Allah başka dert vermesin ama büyük mevzu çıkardı) Kedilerle karşılıklı anlaşamayan ben "ekmek yutamaz fare tutamaz, ne de yaramaz benekli  kedim "diye birinci tekilli şarkılar söylerdim. (Şimdi sokağın başında görsem mahalleyi turlayıp eve girerim) Anlayacağınız ne yaşanacaksa aheste aheste yaşardım her şeyi. Çizgi film izlerken bozuk para yutmuştum bir kere. Heyecandan. “Şimdi” o kadar heyecanlanmaya değer mi? Iı ııh. İşte bu masum heyecanları yaşamadığın her anı ağır çekime almak istiyorum. Biliyorum şimdi, zamana meydan okunmaz diyeceksiniz tamam, kimsenin de bana bir şey sorduğu yok zaten sakin, hayali konuşuyoruz şurada!
       Geçmişi özlemek değil bu anlattığım yanlış anlaşılmasın “şimdi”yi sevmedim ben. Şimdinin mesafelerini sevmedim. En yakınımı bile koyasım var o mesafelerin içine. Çocukken böyle dertlerimiz yoktu ki. Yumuyorduk gözlerimizi açtığımızda yine birlikteydik. Zamane çocukları bilmez insanlarla birlikte, sokakla iç içeydik. Vallahi benim şimdinin sokağını yüreğim kaldırmaz oldu. “Şimdi” çok kalabalık. Biz çok yalnız. Kalabalıkların cumhuriyetinde yaşıyorlar, gürültüyü müzik diye dinliyorlar. “Arana mesafe koy” kalkanı uydurmuşlar ama yapış yapış ilişki yaşıyorlar. Gözleri hep yüksekte hiç mutlu olmuyorlar. -mış gibi hayat yaşıyorlar, yaşıyorMUŞ gibi yapıyorlar. Kendi hayatlarına figüran onlarca tip ele geçirmiş sokakları, baş olmaya çalışıyorlar. Paylaşmayı sevmiyorlar, hepsi benim olsun istiyorlar. Sevdiğini söylemiyor, kibirden, gururdan nefes alamıyorlar. Mesafeler oluşturuyorlar, dikenli çalı gibi, bunu normalleştiriyorlar. (Keşke mesafe dediğimiz tek şey şehir giriş tabelalarına ait bir gösterge olsaydı.) Vefasızlar, riyakârlar. İşlerine geldiği gibi davranıyorlar. Tembelliği meziyet, alın terini enayilik diye adlandırıyorlar. Yediğin domatese bile hile katıyorlar ya var mı ötesi! Kokumuzu yok ediyorlar. Şarkılarımızı unutturuyorlar. Biz bu topraklarda birlikte çalıp söyleyen koca bir orkestrayız aslında ama sesimizi kısıyorlar.
          Anlayacağın o ki gözüm, ben sevmedim bu zamanları. Benim bu hassas fikrim çok çekti zamane insanının elinden. Geçmişe özlem edebiyatı da değil bu yazdığım. Geleceğe karamsar bakıyorum da zannetmeyin. Ona güvenim tam. Hayalim var orada. İnandıklarım, güvendiklerim var. E ne yazdın o kadar “sevmedim şimdiyi” diye söylendiğinizi duyar gibiyim. Basit aslında birazcık yoruldum. Saatlerce yakan top oynamışım da saydırmalara kalmışım gibi düşün. Sabahtan akşama sokakta koşturmuş gibi.


Ama merak etmeyin akşam ezanı okunur şimdi, ev ahalisi çağırır artık gel diye. Yumarım gözümü, sabah yine oyuna devam.

Dizleri yara bere içinde kaldığı halde oyuna devam eden çocuk, yarın için pes eder mi zannettiniz?
Haydi!
Ben tek siz hepiniz!

22 Eylül 2017 Cuma

KERKÜK MENEM, MEN KERKÜK


                           Sevdiğimi söylemezsem sevme derdi boğar beni demiş Yunus. Sevmek dünyayı bir arada tutmak için lütfedilmiş bir nimet. Sanki koskoca cihan ilmek ilmek bununla örülmüş. Kim koparırsa onu dünyanın dengesi şaşıyor, insanlar şirazeden çıkıyor. O yüzden gönülden süzülüp dilden çıkan sözler çok kıymetli. Sahi, sevenler sevdiklerine ne der? Nasıl der? Hangi hitabı yakıştırır "al buyur, bu gönül tahtına keyfince kurul" dediğine? 
                      Günümüz şartlarında aklımıza çok derin sözcükler gelmiyor maalesef. Duygularımız da kelimelerimizle birlikte sıradanlaşmaya zorlanıyor. Muhteşem bir edebiyat, muazzam bir kültürün içinde dil kuraklığı yaşıyoruz. Biz özümüzü hatırlamak için kendimizi zorlayaduralım bakın bir Kerkük türküsü nasıl sesleniyor "en" sevdiğine:
Men sene gül demem, gül koklanır atılır.
Men sene şeker demem, acı çaya katılır.
Men sene altın demem, pazarlarda satılır.
Men sene KERKÜK diyerem…
Gölgesinde yatılır”.

       Vatan sevgisine hayran kalmamak elde değil...

 Yaratılıştan mı gelir bilmem bizlerde mevzu vatan olunca gerisi teferruat kalıyor. Aşk kelimesi vatanın ardına düşünce güzeller "başım gözüm üstüne" diyip yol açıyor. Nasıl bir fıtrattır bizimkisi bilmem; aynı vatana kem göz değince de göz doluyor, yumruk sıkılıyor, bu kan ayrı bir deli akıyor. Şimdilerde gönül bağımız Kerkük ah ediyor. Günde bir kerpiç kopuyor Kerküklülerin sarayından da kimse çıkıp tek kelime etmiyor. Alem şirin uykusunda, gençlik kardeşinden bihaber zaman eriyip gidiyor.

        Kerkük'te bülbülü uçurttular viran oldu gül bağı. Ne zamandır dost bağını görmez olduk? Türküler yıllardır ah Kerkük yüz ah Kerkük diye söyleniyor.

                    Altay'dan Tuna'ya koca bir yükü sırtlamış bir milletin evladı olarak bu konudaki gafleti gördükçe üzülüyorum. Halbuki Kerkük demek Harput demek, Anadolu'nun devamı demek. Öyle ki kültürleri, ezgileri, söyleyişleri çok benzer. Bu benzerliği de artık görün istiyorum, özellikle gençlerin bunları öğrenmesi gerektiğini düşünüyorum. Yıllardır zulüm altında olan onca Müslüman şehirlerden biri Kerkük. Pisliğe temasa dört elle sarılan dünyanın, mazluma yardıma giderken sandıktan eldivenlerini çıkarması da ayrı bir mide zaafı gibi gelir bana. 
                 Gül kokması gereken topraklar yıllardır barut kokuyor. Mazlumlar kervanına katılmak isteniyor. Farkındayız. Ama dünya üç maymunu oynarken bizim insanımızın gönül yelpazesi geniştir, biliriz. Vicdanları coğrafyalara, dinlere ayırmaz. Devlet töresidir, vatan ana devlet babadır. Bir de ağabey vardır, biziz. O da kardeşini elaleme dövdürtmez. Duy artık "gardaşının" sesini ey canına yandığımın gençliği. Bak Kerkük yine türküyle sesleniyor sana, nağmesi tanıdık yüzlerce güzel ezgilerden biriyle sesleniyor:

                                             "Biz her Türk'ü tutarık Kerkük'ü kim tutar?
                                              " o yabancı, sen tanış. Yabancı bilmez dilimiz"
                                    ( Video elazığ-kerkük buluşması gecesinden alınmıştır)

  

31 Ağustos 2017 Perşembe

Ey Cemaat-i Müslimin!


Ey cemaat-i Müslimin!!
Kurban bayramınız mübarek o'la
Doyasıya et ye diye lütfedilmedi sana, yiyemeyenleri hatırlayalım diye de var, unutma. 
Mesele kan akıtmak değil, maksat kibrimiz kesilsin.
Hayvana eziyet de değildir kurban, yeter artık bağırıp çağırma.
Tevhid kurban, teslimiyet. 
"Oku" ve anla!

Evini dip bucak temizledin ya ruhunun da bayram temizliğini yap, bak ne güzel fırsat😌
Olabildiğin en naif insan ol bugün. 
Hor görme, aşağılama
Üzme kimseyi, kırma.
Tek üzüntümüz akşam haberlerindeki acemi kasaplar, kaçan danasına yanan insanlar olsun.
Hasret dindirenler, yaşlı gönülleri şenlendirenlerin bayramı olsun.
Affetmek haddimize değil de işte, gönül duvarını yıkanların; bir selamla nice gönül bağı kuranların olsun.

Çocukluğunu hatırla, çocukları unutma!

üçe kadar sayıyorum diye tehdit edip, araya iki buçuğu sıkıştıran vicdanlı çocuklardık biz.
Dünya mazluma üç maymunu oynarken o çocukları saklandıkları yerden çıkarma vakti. Hem de hemen, şimdi!

Hadi çocuklar!
Şimdi dünyayı kurtaracak ne kadar iyilik, güzellik varsa bulma zamanı. çekmecelerde sakanan ne kadar hoş şeyler varsa çıkarın serin ortaya!
üçe kadar sayıyoruum

Biiiiiirr
İkiiiiiiii
İkiiii buçuuuukkk
İkii yetmiş beeeeşşşşş

Haydi bayramımız bayram gibi olsun🎉

NOT: bu bayram da birinin yüzündeki tebessümün sebebi olmayı unutmayın.






   

5 Ağustos 2017 Cumartesi

Başkası Olma Kendin Ol, Böyle Çok Daha Güzelsin

Sanki manzarası güzel bir yer varmış da bütün insanlık aynı noktadan poz veriyormuş gibi. Nereye dönsek aynı dokularla çarpışıyoruz. Bütün insanlığın zevki aynı. Ne tesadüf(!) Herkesin ağzında aynı yakarış, aynı haykırış. Düşünceler duygular "retweetle"den ibaret (yabancı kelimeye isimden fiil eki getirme fikrini de üşenmeyip ayakta alkışlıyorum) Hayaller kopyala yapıştır. Hayal deyince de öyle pembe tadında hayaller de yok artık ha yanlış anlaşılmasın. Gösterişli, uçan kapılı, yetmiş beş odalı filan. Ufak mutlulukları kim aldıysa çıkarsın çabuk ortaya! 
Yetti be! Günümüz dizi sahnelerini yaşama adapte etmeye çalışan kim varsa bir dursun artık. Benim gözüm yoruldu sizi takip ederken; siz gördüğünüz her türe sulanmaktan yorulmadınız mı? Müthiş bir gösteriş merakı, herkes bilsin isteği. Önceden beslenme çantalarına muz konmazdı. Alan var alamayan var, görür de canı çeker bir şey olur diye. Şimdi maşallah bütün sosyal medyaların hikaye kısımları yenen(!) yemeklerle dolu. Savunma da şöyle "banane abi onlarda alsın yesin" ... "Ya alamıyorsa"? Birileri içimizdeki "ince düşünme" vidasını sökmüş biliyorum. Getirsin koysun yerine, kızmayacağım.
Kendi halimizden çok memnunmuşuz gibi çocukları da aynı yere sürüklüyoruz. Çocukların çamur ve kir içinde kaldığı, etrafı dağıtarak eğlendiği, sıkıldığı dünyaya ne oldu? Çocuklarımızı çok sevdiğimiz için mi onlara bu kadar yüklü programlar yapıp sürekli meşgul ve stresli olmalarına sebep oluyoruz? Tıpkı kendimiz gibi mi yapmaya çalışıyoruz onları da? Her şey tamam da şu telefonların lensini onlardan uzak tutsak bari. Kabul, günün üçte ikisini o lense bakarak geçiriyoruz ama çocuklara dünya gözüyle baksak ya. Şimdi nereye gitsem çocuğun peşinden radar makinesi gibi dolaşan anneler görüyorum. Bir yanında altın varmış da bulunca ötecekmiş gibi. Kamerayı çocukların ağzının içine soktuğumuz gün rahatlayacağız sanırım. Ya hiç mi hatıra kalmasın diye kızanlarınız var, duyuyorum. Hatıra kalsın tabii. Dozunda yapılan bütün eylemlere ben de varım. Ama doz aşımı olunca hatıra olmuyor ki. Elmayı (reklam yok) görünce sen zannedip anneecim gel diye bağıran işlem öncesi çocuklar türüyor. Gözlerle anlaşma kısmını lenslerle(teknolojik olan) anlaşma diye anlayanlar var, durum onlara hemen izah edilmeli.
Söyleyemediklerimizi de içimize ata ata çatlayacağız be adam! Çekinme hadi hadi söyle kurtul bundan aman dur o şarkıydı. Anacım şarkılar bile aynı. Aynı ritme beş farklı sözünü üçlü kombinasyonla yazıyorlar paketi de bilinen bir isme yaptırıp piyasaya sunuyorlar. Oluyor sana "bu yazın hiti". İyi de ben yaza şarkı istemiyorum, onun için dinlemiyorum ki. Önceden sen bana yazardın. Diğeri mahalledeki ablaya yazardı. O abla aşkını bir sır gibi senelerce saklardı. İnsanlar izlenirdi, hayatları süzülürdü. Gerçek olan duygulardı yazılan. Sana dokunduğu için, kanlı canlı her birimizin hayatına değen insanları anlattığı için hala eskimedi. "Keskin Bıçak" mesela. Şarkıya girdikleri ilk notadan itibaren delip geçiyor ciğerini. Çünkü duygu gerçek. Ne senden öncesi ne senden sonrası dediğinde Sezen, gelmişi geçmişi ateşe veriyorsun. Ve daha milyonlarca şarkıda durum böyle. Şimdikiler bilse yaza değil bize eşlik ediyor o şarkılar. Bilse keşke o neslin çocukları yaşadıkları olayları süslüyor o şarkılarla. Aşklarını, üzüntülerini, kırgınlıklarını, öfkelerini, neşelerini hep o şarkıyla besliyorlar. Bilselerdi ben de sınıfa girdiğimde "o sen olsan bari" türevi şarkılara maruz kalmazdım. Gözünü seviyim o sen olma!
Dikkatli bakın, şarkıların efsane olduğu dönemin çocukları bu gerçekliği dinlediğinden azıcık nağmelidir. Şarkılarda yaşar. Sever söylemesini. Tarağı alıp ayna karşısında konser veren nesilden bahsediyoruz, lütfen. Deodorant şişeleri sadece koku gidermez aynı zamanda güçlü bir efkar gidericidir. Şimdi hepimiz koca koca kulaklıkların arkasına gizlediğimiz dünyamızda içimize içimize söylüyoruz. Şiştik! Halbuki biz şarkı söylediğimizde eşlik edilmesini severdik. O duyguyu paylaşmaktan hoşlanırdık. Arada bir "öf ulen öf" der, iç geçirirdik birlikte. Şimdilerde bunu desek "yha napıosunn??" gibi bir tepki mi alırız, elalem ne der süzgecine mi takılırız bilmem.
Sorunun kaynağı sanırım "olmak" ile "yapmak" arasında. Biz istenileni mi yapacağız, kendimiz mi olacağız? Denklemi çözen yukarıda mızmızlandığımız ne varsa hepsine tıkayabilir kulağını. Çünkü o zaten uzunları yakmış kendi yolunda aydınlık aydınlık gidiyordur. Onun ritminin kontrolü kalbindedir.
Peki ya sen? Senin ritmini kim çalıyor?

Not:

3 Temmuz 2017 Pazartesi

Siyah Beyaz Dünyamıza Ne Çok Renk Kattın Be Usta: KEMAL SUNAL

        İnsanın çocukluğuna koca koca adamlar yarenlik eder mi? Bilgisayar oyunlarına bağımlı bir çocukluktan ziyade sokakta oynayıp, eve gelince de oturup yeşilçam filmleri izlediyseniz eder. İşte ben böyle bir çocuklukta soludum. Sims oynamadım hiç ama sor Kemal Sunal repliklerini ezbere bilirim. Şener Şen dediğinde kalbim daha hızlı çarpar mesela çocuklar gibi şenlenebilirim. Hala televizyonda onlardan birine denk gelsem oturur karşısına neşeyle defalarca izlerim. Aradan zaman geçip yaş alsak da zamandan, hala komik bir şeyler olduğunda onların repliklerini aklıma getiririm. Abim çok güzel taklitlerini yapar ve ben her seferinde buna çok gülerim. Çünkü neşeli zamanlarımızda dış ses olur onlar yahut neşeli değilsek yüzümüze tebessüm ettiren ustalar. Sahi siyah beyaz dünyamıza ne çok renk kattılar!
----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Ustanın oyunculuğunu kendine has yorumuyla söylediği şarkılarla da beslediğini filmlerinden biliyoruz. Yazıyı okurken fonda çalmasını isteyenler için videoyu buraya bırakıyorum.
---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

           Siyah beyaz dünyamıza renk katan ustalar için bir yazı dizisi hazırlamıştık. Bu da onlardan birine, belki de yüzümüzü en çok güldürene: Kemal Sunal'a. 
         Usta onlarca filmiyle hepimiz gönlünde taht kurmuş, hep aileden biri olmuştur. İlk tanışmamız "Tatlı Dillim" adlı Ertem Eğilmez filmiyle. Gencecik bir Kemal Sunal vardır orada. Ama ses tonundan, mimiklerinden anlarız bu perdeye, oradan da gönlümüze işleyecektir sevgisini. Hayatın hemen her anında da aklımıza gelecektir o unutulmaz rolleri. Saffet olacaktır Köyden İndim Şehir'e de. Ben ne zaman paylaşılan bir şeyi ağzıma atsam bir lokma simidi yerkenki mutluluğu ve talaşı aklıma gelir. Mavi Boncuk'taki saf kaymakam, Sakar Şakir, Mazlum, Yüz Numaralı Adam, Zübük, Avanak Apti unutulmazdır. Öğretmenliği sevmeme vesile olan bıkmadan binlerce kez izlediğim Hababam Sınıfı'nın İnek Şaban efsanesi tartışılmazdır. Tosun Paşa ki kulağımda istemsiz müziği çalıyor şu an,  sonra dattiri dat dat dattiri dat dat dattiri dat dat daaaaat daaat diye devam ediyor bir diğer güzel filmiyle. Sonra "babanı da sevmezdim" diye bir ses geliyor yaşayan efsaneden (Şener Şen)  Şabanoğlu Şaban elmasını ararken Adile Naşit'in kahkahaları karışıyor araya. Davaro'da mezarlık sahnesi geliyor aklıma, Postacı'da yandan çarklı yürüyüşü. Çöpçüler Kralı'nı sarıp sarıp izleyesim geliyor. Sonra yine ustanın sesinden "yaz yaz bunu da gazeteye yaz" diye seslendiğini duyar gibi olup yazıma devam ediyorum. Kibar Feyzo'nun "kovin mi ağam" diye bir düzene baş kaldırışının kendince uğraşı geliyor gözümün önüne. Onlarca sahneyi nasıl yazayım diye telaşlanıyorum kendimce. Hangi birini dillendirsem diye çırpınıyorum. Sonra düşünüyorum ne güzel duygu yaptığın işi hakkıyla yapmak. Yıllar sonra bile ülkenin bir yerinden bir neslin evladı senin başarılarını tekrar tekrar anmak için telaşa düşüyor. Ne mutlu hakkıyla işini yapıp, böyle iz bırakabilenlere! Deli Deli Küpeli'den bir sahne düşüyor o an hafızama. Bütün üçkağıtçıların ipliğini pazara çıkarmıştı hani. Diyorum bazen işini hakkıyla yapmak için azcık deli olmalı bu memlekette. 
             Az önce dediğim gibi aklımıza gelen, geldiği gibi de güldüren onlarca sahne. Perdeyi kapattığı son filminde ise güldürürken düşündürüyor. Oğluyla çektiği ilk, sinema perdesini kapattığı son film. "Propaganda" Sahi oğlu ne çok üzülmüştü ardından. Bir röportajından hatırlıyorum. Yanı başında kaybettiği babasına yıllar sonra Sezen Aksu'nun sözleriyle seslenmişti:
Ben sana küsüm aslında, haberin yok
Koyup gittiğin yerde kötülük çok
Kime kızayım, nazım senden başka kime geçer?
Benim sensiz kolum, bacağım, ocağım yok
Sen esas alemi seçtiğinden beri
Ben o saniyede bittiğimden beri
Dünya bildiğin dünya, dönüp duruyor işte
Uzun uzun konuşuruz birgün son İstanbul beyi
Yol arkadaşım, nerdesin?
Siyah beyaz dünyamıza ne çok renk kattın be usta! E ee vet dediğini duyar gibiyiz. Her ne şartta olursa olsun bu insanları güldürdüğün için de teşekkür ederiz.
Rahmetle...




12 Mayıs 2017 Cuma

Sahi ne çok öldük yaşamak için: SOMA

        Zaman kavramı ne tuhaf. Uçup gidiyor diyebiliyoruz, of geçmek bilmedi diye sızlanıyoruz. Dur demek kolay değil diye şarkı bile yapıyoruz. Çocukken bir yerde okumuştum:
"Bir yılın değerini" tek ders yüzünden sınıfta kalmış bir öğrenciye sorun.
"Bir ayın değerini" bebeği erken doğmuş bir anneye.
"Bir haftayı" bir haftalık dergi editörüne.
"Bir dakikayı" otobüsü, treni kaçırana.
"Bir saniyeyi" trafik kazasında hayatta kalmış insana.
       Şimdi bu listeye acının zamanını ekleyelim mi? 13 Mayıs 2014'te hepimizin yüreğine çöken acının zamanını. Bize uçup giden zaman, sorun bakalım Soma'da nasıl geçmiş?


        Toprakta hala feryadın dumanı tütüyor. Sahi ne çok öldük yaşamak için... Yiten 301 can... Söylerken bile nefesin küsüyor sana. Bir gecede büyüyen evlatları, ölmeden mezara giren anaları, mezarına bile zar zor konulan, o yiten canları düşündükçe zor geliyor. Ardından ne çok iz bıraktı o kömür karası. Allah bir daha bu acıyı yaşatmasın.
         
        Peki SOMA bize ne öğretti? Söyleyelim efendim. Soma'da gidenler ölümle yaktı canımızı ama kalanlar vicdan saraylarımızı yıktı viran eyledi. Kapılardan sığmayan egolarımızı, asi tavırlarımızı, vefasız hallerimizi, pervasız sözlerimizi ezdi geçti. "Abi Mahmut çıkmadı, beni bırakın onu alın. Onun karısı hamile" diyen işçiyi duyduğumuzda, kömür torbası babası kokuyor diye kucağından ayırmayan çocuğu gördüğümüzde, karnelerini babalarının mezarına usulca bırakan minikleri izlediğimizde o taşıdığımız yürek hiç oldu. Ama en çok, en çok sedye kirlenmesin diye ayakkabısını çıkarmaya çalışan abiyi görünce yerin dibine biz girelim istedik. İnsan hayatını değersiz kılan bütün kuraldan, kaideden iğrendik. Bu devranı böyle yürütenlere ah ettik. Para, hırs, şan, şöhret, mevki sevdalılarına perde eylediğimiz canları böylesine apaçık görünce kızdık kendimize. İnsanlığımızın adı varmış dedik. Olmaz olsaydı dedik. Kendi insanımıza yabancılaştığımız günden tiksindik. Farkında olmadan sınıfladığımız, sınırladığımız hayatlarla yüzleştik. Anlayacağınız Soma bize hayatın gerçeği kılıfı altında kendi dünyalarımızı sorgulattı. Sorsalar yedi düvele insanlık dersi veririz ya, kendi sınavımızda sınıfta kaldık biz Soma'da. Bütün bu toz pembe dünyaların arasında ölümü gösterdi. İhmali öğretti. İhmalin bedelinin ağırlığını bıraktı kucağımıza. Acıyı iliklerine kadar hisset dedi. Acizliğini gör diye serdi ne varsa ortaya. Ama her şeye rağmen yaralarımızı sarmayı hatırlattı. O acıya yetmezdik ama hafifletirdik bir an bile olsa. Fısıldadı kulağımıza Soma: Senin insanın o. Sen O'sun. Senin özün o. Böyle hatırlamasaydık keşke. Olmasaydı. Olmasaydı da Mahmut Abi yaşasaydı. Soma yetim kalmasaydı.
              Şimdi tam 3 yıl geçti üstünden.
              Toprakta hala feryadın dumanı.
              Sahi ne çok öldük yaşamak için...

NOT: Bu videoyu unutma. Ne zaman yüzünü ekşitecek olsan bir insana, bu video dan diye gelsin çarpsın sana. Çünkü senin özün bu. İnsanlığın bu. Özüne yabancı hareketleri sergilemeyi bırak her yanımız vıcık vıcık yapmacıklık oldu. Sana samimiyeti, merhameti, ince fikri bu abi öğretecek. İyi bak ona. Senin insanlığın o!


ÖLÜM KAPANINDA İNSANLIK DERSİ---->

1 Nisan 2017 Cumartesi

Siyah Beyaz Dünyamıza Ne Çok Renk Kattın Be Usta! : HALİT AKÇATEPE

        İnsanın çocukluğuna koca koca adamlar yarenlik eder mi? Bilgisayar oyunlarına bağımlı bir çocukluktan ziyade sokakta oynayıp, eve gelince de oturup yeşilçam filmleri izlediyseniz eder. İşte ben böyle bir çocuklukta soludum. Sims oynamadım hiç ama sor Kemal Sunal repliklerini ezbere bilirim. Şener Şen dediğinde kalbim daha hızlı çarpar mesela çocuklar gibi şenlenebilirim. Hala televizyonda onlardan birine denk gelsem oturur karşısına neşeyle defalarca izlerim. Aradan zaman geçip yaş alsak da zamandan, hala komik bir şeyler olduğunda onların repliklerini aklıma getiririm. Abim çok güzel taklitlerini yapar ve ben her seferinde buna çok gülerim. Çünkü neşeli zamanlarımızda dış ses olur onlar yahut neşeli değilsek yüzümüze tebessüm ettiren ustalar. Sahi siyah beyaz dünyamıza ne çok renk kattılar!
            Şimdi o ekipten biri daha ayrıldı aramızdan. Halit Akçatepe... Artık filmler biraz daha mahzun. Siz onu Güdük Necmi diye tanıyabilirsiniz unutulmaz Hababam Sınıfı sahnelerinden. Ya da Şaban oğlu Şabandaki Ramazan, Gayret diye de hatırlarsınız belki. Mavi Boncuktaki Mıstık da olur ve daha binlerce sahne canlanabilir gözünüzde. Sen iyi tanırsın onu. Adı aklına gelmese de sesini tavrını unutmazsın. Yeni nesil bizim kadar tanımıyorlar onları, maalesef. Dünyalarına değsinler istediğimden bu yazıyı kaleme aldım. O meşhur ustaların unutulmaz sahnelerinden bazılarını sizin için hazırladım. İnanın en keyifli yazılarımdan biri oldu. Haydi birlikte neşeli nostaljinin yoluna koyulalım. 

1) Kekliğimiiiii vurdulaaar, NAY NAY NA NA NAAY


2) DAYAAANAAMIYOOOM: 

3) ŞŞŞŞTTT! GÜRÜLTÜ ETME BE:
Tartışmasız izlemesi en keyifli ikiliydiler. Ustaları rahmetle anıyoruz.


4) BEN KÖR GENÇ BİR DİLENCİYİM.




5) BİR NESLİN İDOLÜ. Bu sahneden ilham alan öğrencilere selam olsun.




6) GİRME BABAYLA OĞUL ARASINA!




7) OYNAK BİR ŞEYLER ÇAL!



8) SEN İNSAN MISIN?



9) AAAA ŞŞŞŞKK BÖÖYYLE BİİİİR ŞŞŞEE EEY SSSEE DEEE MEEEK!



10) EE EEVET!


MEKANIN CENNET OLSUN USTA



















2) 

28 Mart 2017 Salı

KALBİN RİTMİNİ ÇALSIN

        Ne yana baksam içten içe enkaza dönüşmüş ruhlarla karşılaşıyorum. Dışarıdan baktığınızda hasarsız görünen ama içten risk raporu bulunan insanlarla. Bütün köşe başlarını tutmuşlar sanki, her adımda onlarla çarpışıyorsunuz. Cebinde tek kullanımlık neşe dozları, etrafa saçarken görüyorsunuz önce, ardını döndüğündeyse kutu kutu peçete. Ağlarken ya görülmek istemiyorlar ya da akan makyajlarını temizliyorlar. Ya "ay dur rimelim aktı" ya da "saçmalama oğlum erkek adam ağlar mı?". Sonra ufak bir kendine gelme. Ta ta ta taaaam! Show must go on! (ne diye dili karıştırıyorsun diye homurdanmalarınızı duyar gibiyim de ironi o ironi)
             Dünyada onca hissiyat varken ne hikmetse aynı dert gelip vuruyor benim insanımı. Herkesin dilinde aynı şikayet. "Beni kimse anlamıyor". İyi de sen kendini anlatabiliyor musun? Kendisine bir kez bile "ben kimim?" diye sormadığı için "sen kimsin" denildiğinde kartvizit bilgilerinden başka kelam edemiyorlar. Duygulara ket vurulmuş. Herkes aynı kalıbın içinde yaşar olmuş. Dinlediğimiz müzik aynı, içtiğimiz kahvenin tadı, giydiğimizin fiyatı aynı. Kavgalarımız aynı, tepkilerimiz aynı. Her şey bir "trend"in kuyruğuna takılmış sürükleniyor. Televizyonlardaki hayatları kopyalayıp kendine yapıştırmak istediğinde de o hayat sana öyle bir yapıştırıyor ki feleğin şaşıyor. Sonra dön başa daha yüksek bir sesle:
                    "KİMSE BENİ AN LA MI YOR!"
              E anlaaat! Kim engelliyor bunu? 140 karaktere sığdıracağına hayatını, davranışlarınla sınırsızca anlat. Ağlayarak gülerek, oynayarak şarkı söyleyerek. Anlat kardeşim kim tutuyor seni doyasıya anlat işte içinden geçeni. Elalem ne der kısmını geçeli çok oldu zira elalem de şirazeden çıktı. Bırak bari sen kurtar kendini. 
             Hiçbirimiz başkalarının zannettiği kişiler değiliz aslında.  Mesela ben, içimde ayaklarını yere vurarak ağlayan çocuktan çok şey öğrendim. İnsanlardan beklentimi düşürdüğüm an sis bulutları dağılmaya başladı. Sizin anlayacağınız sıfır beklenti, sonsuz mutluluk. E bir yerde hoşgörülü de olmak lazım. Asla yapmaz deme mesela. Değişime buradan başla. Çünkü asla yapmaz dersin. Öyle olduğuna kendini inandırmak için hep kendinden taviz verirsin. Sonuç, yineee hüsraaaaan her daimm, feryat figaan kalbim...🎵  O yüzden baştan hoşgörülü olmakta fayda var. Bırak, insan bu, hata yapar. 
            Sezgilerine güven. Onlar tecrübelerin süzülmüş halidir. Kanın kaynamıyorsa birilerine alma işte onun hayatının merkezine. Dağıtıp gittiğinde kimse toplamayacak ardını. Kendinle kalacaksın, yine, yine, yine! O yüzden hayatında değerlerin mutlaka olsun, değerlilerin. Ama onu diğerlerinden ayırmayı bil. Mutlu olmak herkesin hakkı. En çok senin değil bak, herkesin! Ama mutlu olmak için illa biri gerekli değil. Sev sen herkesi. Sevmek abartma sanatıdır. Abart! Ne geldiyse başımıza sevmeyi beceremeyişimizden geldi. O yüzden sev, sevil. Aslında içimizde çok fazla sevgi duygusu var ama bize hep başkaları tarafından sevilmemiz gerektiği öğretildi. Sen sev, sevil. Ama sakın değerini başkalarının gözünde arama! Mutlu ol. Mutlu et. 
             

             Bir yerden kulağıma çalınmış bir sözü hatırladım " bu dünyada incinip incinmeyeceğine dair tercih yapma şansın yok, ancak seni kimin inciteceğini seçebilirsin" Haydi şimdi kimse beni anlamıyor diye sızlanmayı bırak ve kendi hayatını kendi oyunlarınla oyna. Bırak kendi şarkıların çalsın. Çünkü başkalarının şarkılarını dinlemekten bir gün mutlaka sıkılacaksın. 


NOT: Yazının sonunda içimden bir ses bunu mırıldandı. Dinlemeyenler varsa buyursunlar efendim:
 KALBİN RİTMİNİ ÇALSIN!
             

14 Şubat 2017 Salı

Sev Kardeşim


         Kışın ortasında hakim olan renk beyazdan kırmızıya döndüyse,
         Çiçekçilerde bir "bayram temizliği” başladıysa,
         Çiçeklerin fiyatı beşe katlanıp, karesi alındıysa,
         Yumoş yumoş oyuncaklar, oyuncak ayılar (bu fikri de ilk kim ortaya attıysa çabuk çıksın ortaya) çocukların değil de koca koca adamların dikkatini çekmeye başladıysa,
         Bir ay öncesinden mağaza kapılarında büyük puntolarla İNDİRİM yazısı belirdiyse,
         Bayram değil, seyran değil, Gratis, Watsons %40 indirime girdi mesajları telefonuna geldiyse,
         Albüm kapakları özel sayı gibi kalpciklerle süslendiyse,
         Beklenen şarkılar, romantik filmler özellikle bu hafta vizyona girdiyse,,
         Alışveriş siteleri kargoları yetiştirmek için çabalıyorsa,
         Youtube'da en çok tıklanan şarkı Yıldız Tilbe'yse
         AL SANA 14 ŞUBAT!
         Tatatataaamm Bildiniz!
       
          Ama baştan rica ediciiim "hepsi para tuzağı" diye bağırıp çağırmayın, lütfen. İnsan seviyorsa göstersin arkadaşım. Yaşasın doya doya, ne var. 13 Şubat severken 14 Şubat'ta şov yapacaksa bir ellemeyin insanları, bırakın yapsınlar. Sevgimizi gizleye gizleye kabız tiplere dönüştük. Ağzımızdan iki güzel kelam çıkmaz oldu. Bırakın bir insanları, sevdiğini göstersin, hissettirsin. Tamam belki sen her gün gözünü kamyon kamyon güllere açıyorsun da, birileri bir içten günaydına hasret belki, nereden biliyorsun. Bir günün beyliği beyliktir diye nasıl güzel sevenler, sevilenler var. Haberin var mı bunlardan? Utananı sıkılanı var. Bugünün gazıyla diyemediğini diyecek belki. Bırakın bir insanları. Seviyorsa konuşsun. Seviyorsa göstersin sevdiğini.
         Göstersin dee;
         Buna biz niye  maruz kalıyoruz derseniz, bak ona diyecek bir şeyim yok. Sevgi, aşk dediğin iki kişi arasında. İki kişinin ,haydi sevgi paylaşıldıkça güzel diyelim yakın çevresini de ekleyelim. Onların dünyasını güzelleştiriyorsa ne hoş bir gün. Amma velakin, şov zamanı geldiğinde karşındakinin gözlerinde kaybolacağına kamera noktasına bakıyorsan, özenle hazırlattığın sofrada yemek yerken bir yandan "like"ları takip ediyorsan, bir de kutlamaları karşılaştırıyorsan, üstüne de tatlı niyetine dır dır yapıyorsan günün anlam ve önemini kaçırdın arkadaşım. YANDIN, ÇIK!
        Şaka bir yana o kadar zorlama hareket eder olduk ki. Bir şeyleri yapmak için birinin itelemesi gerekiyor. Koskoca 365 gün içinden biri çıkıp, aha da bugün sevdiğini göstereceksin, eeeeen çok bugün seveceksin demezse olmazmış gibi. Sana sevdiğini göstermesi faturadaki rakamların çok haneli olması gerekiyormuş gibi. Filmlerde, dizilerde büyük büyük sevgilere maruz kaldık. Durum böyle olunca da şehri tepeden gören lokantalarda hazırlanan masalar "İN(!)", dürüm ayranlar OUT(!). Beklentileri o kadar büyüttüler ki bizim sevgiler tek taşın arkasında kaldı. İlişkiler kuruldu, harcı maddiyatla. Sevgiler bitti, ardından konuşulan sadece para. Sadece bugüne özgü sanma ha! Bak Bâkî yüzyıllar önce ne demiş sana:
           Güzeller mihribân olmaz dimek yanlışdur ey Bâkî
          Olur vallâhi billâhi hemân yalvarı görsünler


     (Ey Bakî! Güzeller acımaz, şefkat göstermez demek yanlıştır; vallahi billahi gösterirler hele biraz yalvarı görsünler. Bâkî yalvar kelimesini tevriyeli biçimde kullanıyor. Yalvar; hem yalvarmak, yakarmak anlamında hem de para anlamında kullanılmaktadır)
           
        Görünen o ki zaman geçse de bazı şeyler hiç değişmiyor. Şiirler, şarkılar hep gördüklerini anlatıyor. Ama işin önemli noktası şu. Hangi şarkı ya da hangi şiir seni, sizi anlatıyor. "Şimdiki aşklar yalan olmuş ben yine aşık" da aşka dair. "sensiz saadet neymiş tatmadım bilemem ki" de. İşin sırrı nasıl sevdiğinizle. Neyi sevdiğiniz hiç önemli değil. Kapsamı karşı cinsle daraltmak sevgiye haksızlık gibi geliyor. Her şeyi sevebilirsin. İşini sevebilirsin, toprağını sevebilirsin, o toprağı koruyanı sevebilirsin. Canım ailem diyebilirsin. Evlat diye haykırabilirsin, kokusunu çekerek. Allah diyebilirsin, şükrederek! Fikirleri sevebilirsin, kitapları.  Kurdun kuzuyla olan davasını sevebilirsin. Her olaydan ders çıkartarak sevmeyi öğretebilirsin. Sevmeyi seversin işte bu listenin sonu yok. Yeter ki sev be kardeşim. Bu aralar en çok buna ihtiyaç varken sev. Sen karşılık beklemeden sev herkesi, bütün şubat sana feda olsun!



Not: Yazıyı hazırlarken Faruk Nafiz Çamlıbel'den bir dörtlükle rastlaştık. 

Bir bakış, bir aşığa neler anlatır,
Bir bakış, bir aşığı saatlerce ağlatır
Bir bakış, bir aşığı aşkından emin eder,
Seven insanlar daima gözleriyle yemin eder…

             
            



       
                 

26 Ocak 2017 Perşembe

Yahya Kemal/ Ezansız Semtler

Medenileşelim derken özü unutur olduk. Bu toprakta ecdadını, tarihini, mazisini saklayan çocukları arar oldu gözlerimiz.
Yıllar sonra durup baktığımızda kendimizi aşina olmadığımız hallerin içinde bulmak istemiyorsak, şimdiyi iyi inşa etmeliyiz.
Çocuklarımızı, gençlerimizi, geleceğimizi Türk-İslam kültürünün muazzam incelikleriyle nakış gibi işlemeliyiz.
Gündelik telaşlarda, modern çağın eğreti uğraşlarıyla oyalandığımız yeter!
Doğacak yeni gün bizi bekler! 


     YAHYA KEMAL'İN KALEMİNDEN BİR İNCE SERZENİŞ...

Tevhîd-i Efkâr, 23 Nisan 1922 Pazar
Hayât ve Edebiyât
EZÂNSIZ SEMTLER
Muharriri: Yahyâ Kemâ
l

     



     Kendi kendime diyorum ki: Şişli, Kadıköy, Moda gibi semtlerde doğan, büyüyen, oynayan Türk çocukları milliyetlerinden tam bir derecede nasîb alabiliyorlar mı? O semtlerdeki minâreler görülmez, ezânlar işidilmez, Ramazân ve Kandil günleri hissedilmez. Çocuklar Müslümanlığın çocukluk rü’yâsını nasıl görürler?

     İşte bu rü’yâ, çocukluk dediğimiz bu Müslüman rü’yâsıdır ki bizi henüz bir millet hâlinde tutuyor. Bugünki Türk babaları havası ve toprağı Müslümanlık râyihasıyla dolu semtlerde doğdular. Doğarken kulaklarına ezan okundu, evlerinin odalarında namaza durmuş ihtiyar nineler gördüler. Mübarek günlerin akşamları bir minderin köşesinden okunan Kur-an'ın sesini işitdiler; bir raf üzerinde duran Kitâbullâh'ı indirdiler. Küçücük elleriyle açtılar, gülyağı gibi bir ruhu olan sarı sahifelerini kokladılar. İlk ders olarak besmeleyi öğrendiler. Kandil günlerinin kandilleri yanarken, Ramazanların, bayramların topları atılırken sevindiler. Bayram namazlarına babalarının yanında gittiler, câmi‘ler içinde şafak sökerken Tekbîrleri dinlediler, dînin böyle bir merhâlesinden geçtiler, hayâta girdiler. Türk oldular.


    Bugünün çocukları, büyük bir ekseriyetle yine Müslüman semtlerde doğuyorlar, büyüyorlar. Eskisi kadar derin bir tahassüs ile değilse bile, yine Müslümanlığı hissediyorlar. Fakat fazla medenîleşen üst tabakanın çocukları ezânsız yeni semtlerde alafranga terbiye ile yetişirkenTürk çocukluğunun en güzel rü’yâsını göremiyorlar. Bu çocukların sütü çok temiz, hilkatleri çok metîn olmalı ki, ileride alafranga hayat Türklüğü büsbütün sardıktan sonra milliyetlerine bağlı kalabilsinler. Yoksa ne muhît, ne yeni yaşayış, ne semt, hiç bir şey bu yavrulara Türklüğü hissetdiremez.


        Ah büyük cedlerimiz! Onlar da Galata, Beyoğlu gibi frenk semtlerinde yerleşirlerdi. Fakat yerleştikleri mahallede Müslümanlığın nûru belirir, beş vakitde ezân işidilir, asmalı minâre, gölgeli mescid peydâ olur, sokak köşesinde bir türbenin kandili uyanır, hâsılı o toprağın o köşesi îmana gelirdi. Beyoğlu’nu ve Galatasaray’ı saran yeni yapıların yığını arasında o mescidlerden, o türbelerden bir ikisi kaldı da (gördük ki) cedlerimiz o kefere frenk mahallelerinin toprağına böyle nüfûz ederlerdi. Biz bu günün Türkleri, bil‘akis Şişli, Nişantaşı, Kadıköy, Moda gibi küçücük bir şehri andıran yerlere yerleştik, fakat o yerler Müslüman rûhundan ‘âri, çorak ve kurudur. Bir Üsküdar'a bakınınz bir de Kadıköyü'ne. Üsküdar’ın yanında Kadıköy Tatavla (Kurtuluş)'yı andırır. Eski Türklerin rûhlarıyla, yeni Türklerin rûhları arasındaki farkı anlamak isterseniz, bu son asırda peydâ olan semtlerle, İstanbul içlerini mukaâyese ediniz. Medenîleştikçe Müslümanlıktan çıktığımızı tabîî ve hoş gören eblehler uzağa değil, Balkan devletlerinin şehirlerine kadar gitsinler. Görürler ki baştan başa yenileşenj o şehirlerin her tarafında çan kuleleri yükselir. Pazar ve yortu günleri çan sesleri işidilir. Manzara halkın dînini, milliyetini hatırlatır. O şehirler bizim yeni semtlerimiz gibi millî ruhtan ‘âri değildirler. 


        Artık Türk milletinin rûhu bir râyiha gibi uçtu mu? Hayır büyük bir kütle(de) yine o rûh var. Fakat biz, son nesil, bir sürü gibi büyük kâfileden ayrıldık, uzaklaşdık, gâib olduk; fakat daha uzağa gitmeyeceğiz, döneceğiz. Tekrâr büyük kâfileye iltihâk edeceğiz. Yeni tarzda yaşayışla cedlerimizin diyânetini mecz edip (bir araya getirip) bizi bu çoraklıkdan, bu karanlıkdan, bu ‘ufûnetden (pis kokudan) kurtaracak mürşîdler, şâ‘irler, edîbler, hatîbler, yetişmedi. Fakat gâyet tabîî bir revişle (gidişle), büyük kâfileye, kendi kendimize döneceğiz.

Dinsizliğin, kayıtsızlığın ‘aksü’l- ‘ameli başladı bile. Çocuklukdan beri diyânet yolundan ayrılmamış olan kardeşlerimiz, bizim gibi rücu‘ hislerini i‘tirâf edenlere henüz inanmıyorlar. Onlara tamâmiyle ilticâ edeceğimiz zaman da bizi birden tanımayacaklar. Çünkü onlardan çok ayrı, çok uzak düşdük.


       Dört sene evvel Büyükada'da oturuyordum. Bayramda, bayram namâzına gitmeye niyetlendim. Fakat frenk hayatının gecesinde sabah namâzına kalkılır mı? Sabah erkenden uyanamamak korkusu ile o gece hiç uyumadım. Vakit gelince abdest aldım. Büyükada'nın mahalle içindeki sâkit (sessiz) yollarından, kendi başıma Cami‘(y) e doğru gitdim. Vâ‘iz kürsüde va‘az ediyordu. Ben kapıdan girince bütün cemâ‘atin gözleri bana çevrildi. Beni, daha doğrusu bizim nesilden benim gibi birini, câmi‘de gördüklerine şaşıyorlardı. Orada o sa‘atte toplanan Ümmet-i Muhammed, içine bir yabancının geldiğini zannediyordu. Ben, içim hüzünle dolu, yavaş yavaş gitdim. Va‘azı diz çöküp dinleyen iki hamalın arasına oturdum. Kardeşlerim Müslümanlar, bütün cemâ‘atin arasında yalnız benim vücûdumu hissediyorlardı. Ben de onların nazarlarını hissediyordum. Va‘azdan sonra namâzda ve hutbede onların içine karışıp “Muhammed” sesi kulağıma geldiği zaman gözlerim yaşla doldu. Onlarla kendimi yek-dil, yek-vücûd olarak gördüm. O sabah, o, Müslümanlığa az âşina Büyükada'nın o küçücük câmi‘î içinde, şafakta, aynı milletin rûhlu bir cemâ‘ati idik. Namazdan çıkarken, kapıda a‘yândan Reşîd Âkif Paşa durdu; bayramlaşmayı unutarak elimi tuttu: "Bu bayram namâzında iki defa mes‘ûdum. Hamd olsun sizlerden birini, kendi başına Cami‘(y)e gelmiş gördüm! Berhudâr ol oğlum! Gözlerimi kapamadan evvel bunu görmek beni mütesellî etti!" dedi. Hem geldiğimi hem de Bayramımı tebrîk etdi. Yanındaki eski adamlar da, onun gibi tebrîk etdiler. Bu basît hâdiseden, pek samîmi olarak mahzûzdular. O sabah gönlüm her sabahtan fazla açıktı.

Biz ki minâreler ve ağaçlar arasında ezân seslerini işiderek büyüdük. O mübârek muhitten çok sonra ayrıldık. Biz, böyle bir sabah namâzında anne millete tekrâr dönebiliriz. Fakat minâresiz ve ezânsız semtlerde doğan, frenk terbiyesiyle yetişen Türk çocukları dönecekleri yeri hatırlayamacaklar!

(Mahire Yazar Kiremitçi'nin çevirisiyle okuma fırsatı buldupum öuazzam bir yazı)
-------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------