30 Aralık 2018 Pazar

Vay Efendim Kimler Gelmiş - Hoş gel 2019-


  
Sonsuza kadar mutlu yaşadılar diyen her kimse bir kere olsun haklı çıkmış olamaz mı? 
----------------------------------------------------

            Eskiyen şeyleri elden çıkarırken hep bir bahane buluruz, hiç fark ettiniz mi? Sayabileceğim onca örnek var ama hiçbirinin sonu birbirinden farklı değil. Güle oynaya gönderdiğinizin ardından bile bir "ama, zaten, neyse bakalım"lı cümleler gelir. E hal böyleyken koca yıl gidiyor, sızlanmaların olması doğal. 
          Normal şartlar altında bakkala gidenin ardından su dökeriz tez gitsin gelsin diye. Ama söz konusu eski yıl olunca tövbeler olsun kapı dışarı etmediğimiz kaldı. İyi de sadece 365 gün 6 saat önce bu yıl için methiyeler düzmüyor muyduk? Vay efendim kimler gelmiş diye eksi bilmem kaçta, karşılamak için sokaklara dökülmedik mi? E noldu da bir yılda birbirimizin yüzüne bakamayacak hale geldik? Bu ne tahammülsüzlük!
               Kabul edelim arkadaşlar ülkece bir sıkıntımız var. Kamyon arkası sözleri gibi yaşıyoruz. " Giden gitmiştir, gittiği gün bitmiştir!" Yok canım! O işler öyle olmuyor maalesef. Geçmişte ne yaşadıysan beraberinde taşıyorsun. "Geçmişe sünger çektim" işe yaramayan bir klişe. Sünger bile çektiğini içinde saklıyor sen daha neyin savaşını veriyorsun. 
                Haydi gelin bu yıl farklı bir şey yapalım. Zamana hükmedemeyişimizin hazımsızlığını geçmişe yüklemek kolay. Ama geçmişle birlikte geleceğe söz vermek zor olan. Yok ablacım ben olduğum yerde, kendi hayatımda figüran olmaya devam edeceğim diyorsan burada ayrılalım seninle. Sana mutlu yıllar! 
                   Devam edecek okuyucularımız, kemerlerinizi bağlayın uçuşa geçiyoruz:)
-------------------------------------------------------------------------------------------------------
  • Kabul edelim hiçbirimiz başkalarının zannetiği kişiler değiliz. İnsanın ışığı sonradan yanar. Tanıdıkça. İlk başta gördüğümüz basit bir gölge oyunu. Bu yıl kendinizi tanıyın. Ama gerçekten "kendiniz" kendinizi tanıyın. 

  • İçimizde fazla sevgi duygusu var ama bize hep başkaları tarafından sevilmemiz gerektiği öğretildi. Yalan! Sevmek mübalağa sanatı demiş ya şair, sen de öyle yap. Abart! Zaten başımıza ne geliyorsa sevginin önüne geçen o zihniyetten geliyor.

  • Gözünü tavana dikip gözyaşı akmasın diye bekleyen çocuklarız biz. Ha desek sele vereceğiz ülkeyi. O yüzden yardımlaşmamız şart! Birilerinin hayatına dokunmalıyız. Kendinde o gücü buluyorsan diğer hayatlara koş. Birinin yüzündeki tebessümün sebebi ol bu yıl. Bak ağlatan sebze var ama güldüren yok. Gülmek zor iş hele güldürmek... 

  • Adalet bu dünyanın çivisi. Kim azıcık yerinden oynatsa dünyada kıyamet kopuyor. O yüzden bu duyguya sahip çıkalım. Öyle yetiştirelim çocuklarımızı. İnanın yaptığı netlerden, aldığı notlardan daha önemli bu.

  • İki tivit okuyarak dünyaya ahkam kesen bir zihniyet var karşımızda. Kendi halkına yabancı aydın dolu etraf. Bu yıl sesleri az çıksın onların, lütfen. Bunun için de sen, canım kardeşim okumalısın! Birilerinin ağzıyla değil kendi yüreğinle konuşmalısın.

  • Kimseye haddinden fazla değer verme. Asla yapmaz deme çünkü tam da öyle dediklerin canını acıtacak. O yüzden hata payı bırak.Kırılmaz değilsin sen de üzülebilirsin. Her şey yolunda gidecek diye bir kaide yok. Bırak yokuşlarda nefeslenmeyi de öğretsin sana hayat.

  •  Kendi içinde de çelişebilirsin. Keşkelerle başedemeyeceksin. Olmaz şeylere ümitleneceksin. Hiç olmadık yerde güleceksin belki. Bilemezsin. Yeni yılın sana ne getireceğini, neler götüreceğini asla kestiremezsin. Olduğu gibi yaşa. Geleni adapte et hayatına. Kibirli olma. Beklentini düşür ki mutlu ol. Ama sev, Çok sev. Sen değerlisin, sakın değerini başkasının gözünde arama.
  • Ha bir de büyük büyük laflar etme. Sonra hayat sana hepsini ekmek arası yediriyor. 

  • Şu hayatta bir işe yara. Tarlaya ekip büyütmediler seni, salatalıktan bir farkın olsun. Çalış, çabala. Bu yıl başarmanın hazzını mutlaka yaşamalısın, unutma.

  • Bizim mahallede her deliye bir takke dikmeye kalksan bedestende bez kalmaz. O yüzden hoş görülü ol. Gül geç bazı şeylere. Her söyleneni ciddiye alırsan huzursuz, huysuz, suratsız birine dönüşürsün.
  • İnsanlar çatı kuracakları yerde duvar ördükleri için yalnız kaldılar. Sen bu yıl ördüğün duvarları yık e mi. Güzel insanları al hayatına. Konuş onlarla. Ama gözünü seviyim konuşmana tuş sesleri eşlik etmesin.,

  • Şarkı söyle bu yıl. Durduk yere aç müziğin sesini kalk ve şarkını söyle! Çaktırmayın karizma karizma dolaşıyoruz da aslında milletçe nağmeli insanlarız.
  • Geçen yıl yapmadığın bir şey olsun bu yıl hayatında. Pes etmek yok ama. Hedef zinciri demişti bir arkadaşım, bir hedefin olsun ve sımsıkı tutun ona. Tuzluk gibi dur diye gönderilmedin, unutma.


Efendiiim maddelerin sayısı bitmez. E insan bu, istekleri hiç tükenmez. 
Bu yıl ne gelirse, gönderenin hatrına başım gözüm üstüne diyoruz. 
Madem bir temenni yazısıydı yazdığımız. Çok içten bir dua ile bitirelim.
Bu dua sevdiklerinizden ve sizden hiç eksik olmasın.
Mutlu Yıllar!

 Arkadaşım, hayat bu. Daha ne olsun?

  Ama en önce ve illa ki sağlık olsun! **




12 Aralık 2018 Çarşamba

Bu Düş Yarım Kalmasın

Pembe tadında hayatlar olur mu bilmem. Ama birinin yüzündeki tebessümün sebebi sizseniz eğer, dokunmuşsanız birilerinin hayatına pembe tadında baharlar gelir oraya, işte ondan eminim.


Bugün toplaştık, mevsime inat minicik kalplere bahar getirelim diye seher vakti yola düştük. Minicik bir köy okulu durağımız, bir o kadar da minik öğrencileri.
Onlar daha okula gelmeden girdik içeri.
Birleştirilmiş sınıf, mini mini birlerle çalışkan dörtler aynı odada.
Kenarda çıtır çıtır yanan bir soba,
Köşede mütevazi bir Atatürk panosu.
Samimi, gerçek!
Dört bir yandan işe koyulduk.
Her şey hazır, kapıda afacanların sesleri duyulmaya başladı bile.
Kapı yavaşça açıldıı, Barış Abi’nin sesi yankılanıyor sınıfta
Vee o an!!!

Dünyanın en güzel şeyi birini güldürebilmek! Hele ki bu bir çocuksa inanıyorsun, işe yaradığını iliklerine kadar hissediyorsun.
Ve o an bir dua geçiyor içinden
“Bu düş yarım kalmasın”
~~~~~~~~~
Şehrin göbeğinde imkanın içinde kaybolan onlarca hayatın yanında, yokluğun kendine has bir heybetine şahit oldum bugün.
Okul koridorlarında “aman psikolojisi bozulur” diye korktuğumuz porselen bebekler ya da “aman oğlum ezdirme kendini” sloganıyla okula gönderdiğimiz, kanatlarından şiş öğrencilerimize de aşinayız hepimiz.
Ama işe yaradığını hissettiğinde inanın onların insanlığı büyüyor, egoları değil.
Bugün anladık ki, 
İnsanın karakterine yatırım yapmak en büyük servet.
Birinin elinden tutmayı, insanlara iyi gelen tarafta yer almayı öğretirsek bütün bunalımlar “puff” diye yok oluveriyor. 
Başta çekingen dursalar da sonradan karışıyorlar o neşenin arasına. 
Gülmek bulaşıcı zaten tıpki iyilik gibi
Ne mutlu bizim çocuklara hepsi bugün bir dolu cana, can oldular.
Çocukluklarına ait neşeli bir anı bıraktılar.
Onlar bugünü unutmayacaklar, bizimkiler de o ânda hissettiklerini.
Bugün kendi dünyalarına büyük gelen kavgalarından zaferle çıktı onlar. 
Ha bir de!Gönlü güzel bir sürü öğretmenim var benim, @fatmaaksakal onlardan biri. Ardından bir sürü güzel öğrencim. ilk can suyunu verenler onlar
İyi ki varlar.
İşteee bizim hikayemiz böyle.
Bir düş kurduk bugün Konya’nın bir köyünde, bir göz odada bir düş kurduk.
Bu düş yarım kalırsa yazık olur.

Bu düş yarım kalmasın🎈🎈

18 Kasım 2018 Pazar

Okumuş Cahil


"Orada bir köy var uzakta" şarkısıyla büyüyenlerin şimdi gözümüzün görmediği yer bizim değildir algısı yaratması sizce nasıl bir çelişkidir?

SIKILDIK.

Bu ülkenin insanına bu kadar yabancı aydınlarının olmasından sıkıldık.
Ülkeleri bölgelere, insanlara göre ayırmanızdan sıkıldık.
Sırf sen kıyıya yakınsın diye Batılı, o iki dağın arasına kalmış diye Doğulu adlandırmalarınızdan sıkıldık. 
Bazı şeyler sadece sizin tekelinizdeymiş gibi, oradakiler zarafet bilmez gibi davranmanızdan, şu yapış yapış medeniyet olmuş bedenlerinizden, eğreti sözlerinizden sıkıldık.
Ülkede n'oluyor bilmeyen, iki tivit okuyarak dünyanın ahkamını kesen tavırlarınızdan sıkıldık.
Kulaktan dolma, "ortam olsun yha" ideolojilerinizden sıkıldık.
Elaleme ağam, paşam diyip kendi insanını hor göreninizden çok sıkıldık.
Bağıra bağıra üstünüze yapıştırdığınız "aydın" etiketinizden hele çok ama çok sıkıldık.

Bu ülkeye en çok zararı o etiket altındaki yorumlarınız vermedi mi?
Kendi insanına bu kadar yabancı, derdiyle dertlenmemiş, güzel şeyler olsun diye kılını kıpırdatmamış bir insanın sesi çok çıkınca ister istemez kulak tırmalıyor.
Başka memleketleri yere göğe sığdıramadığınız cümleleriniz ardından, yaşadığınız ülkeye burun kıvıran cümleleriniz midemizi bulandırıyor artık.

Olmaz hocam, o öyle olmaz.
Kendi insanına sırtını dönerek bu ülkede güzel şeyler OLMAZ.
Uzak ütopyalarla empati kuracağına önce kendi toprağına sempati duy.
Yapman gereken çok basit aslında:
Önce değerlerine sahip çıkacaksın. 
İnsanların olacak. İster parfüm kokar o, ister is. 
Hayat onları yeterince seçmiş, her birinin sınavı ayrı ayrı. 
Bir de senin sorularından geçmeyecek o insanlar. 
Sen cevap olacaksın, çözüm sunacaksın.
Şikayet etmeyi bırakıp gerçekten o hayal ettiğiniz ülkede yaşamak istiyorsanız
Önce onlara gülümsemeyi öğreneceksiniz.
İlk ve en zor kural bu.
Zira gergin, yoğun ve o "çok önemli" hayatlarımızı yaşarken bunu unuttuk.




15 Ekim 2018 Pazartesi

Değerlerini Diğerlerinen Ayırabilecek Misin Testi


Bütün ihtimalleri tek bir kişi üzerinden yürüttün mü hiç? 
Anlamlandıracağın onca şeyi onsuz düşünebildin mi? 
Yahut anlamlı geldi mi bütün konulardan O’nu çektiğinde?
Yapılacaklar listeni hazırlarken zihnin çoklu planlar mı yaptı?
Aklın her şeyi görse de kalbinin “banane” nidalarını bastırabildin mi hiç?

Bazen vücudun beyninden bağımsız çalışır.Yazmam der yazarsın, yapmam der yaparsın. Asla söylemeyeceğin şeyler çıkıverir ağzından: 
--“Yok yaa hayatta yazmam” 
(5 saniye sonra telefon koltuğa fırlatılmış eller yüzünde)
-- “yaa ben naptım”
Kaç kere yaşadın acaba bu sahneyi? 
;)
Pekii kaç kere “asla yapmaz”, ya da dur dur şu olsun: “ mutlaka bir sebebi vardır” diye kendince mantıklı açıklamalar buldun bir başkası yerine?
Öğrenemedin değil mi, asla yapmaz dediklerin tam da o aslayı yaptı şimdiye kadar. 
Ki belki ummmrunda bile değildi. Sen kendince sebepler ararken Um run da de ğil di ya! 
Sen debelenirken acabalar arasında,  kıçını devirmiş fosur fosur uyuyordu belki. 
Umrunda değil dedim ya umm ruun da dee ğiiill! Aklına bile gelmiyordun sen özünü tüketirken. 

Peki bir şey daha: Hangisine alışmak zor geldi sana? 
Kabullenmek mi vazgeçmek mi?
Sahi alışmak mı zor sevmek mi?
Noldu, yasaklı şarkıların var hala değil mi? Bir “alo”ya gençliğini solduracaktın hani nooooldu;)

Sana ihtiyacı olmadığını anladığın an, sen küstün kendi hayatına. Her derdine koştun, Ne zaman istedi ulaştı sana, e insanlık da ölmedi, kim olsa aynı şeyi yapardı sonuçta(yersen)
Şimdi de sen düşerken yükseklerden uçurumlara, kimse tutmayacak elinden kusura bakma. 

Hadi yine taş kafalı insanların yükünü o pambıh yüreğine yükle. 
Söyle söyle çekinme. Söyleyemediğin şeyleri boğazına dizdikten sonra birden yutmaya çalışıyorsun. Nasılsa yutamayacaksın bari bize söyle. İçine ata ata ne hale geldin, çatlayacaksın be adam!

Ya gözünü seviyim yorulmuyor musun? Defalarca inanıp defalarca tam da inandığın yerden kırılmaya nasıl dayanıyorsun? 
Anla be güzel kardeşim, anla artık ya.

Bu dünya iyi niyeti sömüren canavarlar yüzünden kirlendi.
Aliye Rona, Erol Taş tiplemeleri sardı dünyayı.
Samimiyetsiz, planlı, risk hesaplayan.
Hayatı hiç yaşayamaz ki onlar, rengini bilmez. Hiç koklamamıştır toprağın kokusu ne, bilmez.
Bahar ne? Yaz neyle başlar, güz neyle biter fikri olmaz.
Ama bir mevsimi bilirler ki çoğu yüreğe şu sıralar kışı getiren onlardır. 
Dudağının bir ucu kıvrılmış, tek kaşı havada “kandıııırdıııımm” diye içinden kıhkıhkıh gülenler, vakti geldiğinde hangi emojiyle ağlayacaklar merakla bekliyorum. Zira fazlasıyla sanal ve sahte olmaya başladılar. 
Mevsimi mi geldi bilmiyorum ama Âhlar döne döne göklere yükseliyor görüyorum. Ha bak oradan kimse sekecek onu merakla bekliyorum.

Tamam sen de sulandırma gözlerini.
Şu yüzündeki sezercik ifadesini de değiştir.
Sen de böylesin n'apalım.
Şimdi geç aynanın karşısına bak kendine. 
Denizlerde bile birbirinin aynı kum yok sen daha biricikliğini kimin gözünde arıyorsun?
Unutma bu dünya da neye üzülüp neye sevineceğini seçme şansın yok. 
Ama kime üzülüp sevineceksin bunu seçmek senin elinde. 
Kendince “değer sistemini” oluştur. 
Papatya falı gibi çek kopart gerekirse
Değer,
değmez, 
değer, 
ıı ııh değmeez...

Bize hep başkaları tarafından sevilmemiz gerektiği öğretildi. Yanlışın neresinden dönersen kâr.
Şimdi dur, tam olduğun yerde.
Süz etrafındakleri. 
Kaç hayatın içindesin ve o hayatın neresindesin?
Kaçı değer? Düşün, tart ve yaz bana. 

Bakalım değerlerini diğerlerinden ayırabilecek misin😉

13 Ekim 2018 Cumartesi

Canım Ankara



           Hayallere tutunup bir yola çıktığınızda ne olursa olsun, kim ne derse desin o yoldan dönmezsiniz. Aklınızı çelmek için yapılan zekice hamlelere karşı koyabilecek gücü ancak öyle bulursunuz. Hayallere tutunduğunuzda tıpkı bir çocuğun salıncaktaki göklere ulaşma hevesi gibi ağzınız kulaklarınızda yükselir durursunuz. İşte benim Ankara yolculuğum böyle bir hayalin peşinden koşarken başladı. 
   
             Okumak istediğim şehri seçmek için önümde onlarca il vardı. Ama ben bir söz vermiştim. Herkes benden seçim yapmamı beklerken tercihim belliydi. Yıllar önce(11.sınıfta) o şehre gezi amaçlı girdiğimde "Bekle beni, 2 yıl sonra ev sahibi olarak geleceğim." demişim. Bir meydan okumaydı belki ama ağzımdan çıkıvermiş işte. Aradan 2 yıl geçtikten sonra bir yol ayrımında aklıma düştü verdiğim söz. Vakti geldiğinde de sözümde durup, “ben sağdan devam edeyim” dedim. Kendimi hayallerimin şehrinde, ev sahibi olarak buldum. E bir yerde üç günden fazla kalırsan misafir olmazmışsın. Kaldığım beş yılı sayarsam misafirlik faslını çoktan geçmişim. 

           Ne ara geçiyor bunca zaman, bilmiyorum. Ankara'da geçen zamanlarımı şimdiden özlüyorum. Hayallerimin şehri olduğundan mı yoksa çocukluğumun, burada birbirlerine can emanet eden bir neslin hikayeleriyle büyüdüğümden mi bilmem ben bu şehri gerçekten çok seviyorum. Hani bazı çocuklar olur ya gelip sana şirinlik yapmaz, sevmez, durup dururken gülmez ama aslında çok akıllıdır. Güldürdüğünde sıcacık, sevdiğinde sana bağlanan çocuklar. Hah! Ankara'da işte öyle benim gözümde. Bazı şehirlerin bir açısından bakınca aşık olursunuz, bazılarına her açıdan. Bazıları dalgalarıyla sever sizi bazıları yeşiliyle. Bazıları tarih kokar bazıları konuşmasındaki tınısıyla sarmalar. Ankara'da ise bariz sebepler bulamazsınız. Bazen hepsidir bazen hiçbiri. Bir dalganın vereceği mutluluğu Kuğulu Park'ta dinlenirken bulabilirsiniz. Bazen de koca şehirde eli boş dönersiniz mahzun mahzun. Ne zaman ne yapacağı, size ne yaşatacağı bilinmeyen bu şehir sır olur durur önünüzde. Keşfetmen gerekir. Çünkü keşfettikçe seversin. Hayatına yeni hayatlar değer ve sen bu şehri hele ki dostların varsa çok seversin! Sevdikçe benimsersin. Biri çıkıp “ya bu şehir çok gri, sevmiyorum” dediğinde ,sen hiç yaşamadın ki, diye gülerek tebessüm edersin.

Gerçekten öyle. Ancak sislerin ardındaki renkleri görenler sevebilir bu şehri.
Bugün 13 Ekim.
Ankara başkent olalı 96 yıl olmuş.
Bağrında yatırdığı yiğitleri düşününce, tarih sahnelerini düşleyince; içten bir teşekkür etmenin tam vakti.
Daha nice yıllar vefalı bir dost gibi kazın aklımıza.
Devletin daim olsun Ankara.
Seymenlerin hiç eksilmesin
Şarkıların hep neşelendirsin.
Ayazın üşütse de muazzam bir baharın var ona sığınırız.
Bırak insanlar seni gri bilsin
Biz ardındaki renkleri görüyoruz Ankara!






7 Ekim 2018 Pazar

Ben Buradan Ayrılamam


Önünden vızır vızır trafik akan bir caddedeki otobüs durağındayım.
Radyoda sıradaki şarkı şuna gelsin oyunu oynadım.
Çukur’da çalan şarkı. Televizyondan aşinaydım melodisine ama baştan sona ilk kez dinledim.
Ne diyordu dur:
“Ben buradan ayrılamam, şaşmadan pusulam(...) "♬

Önümden arabalar geçiyordu. Telaşlı insanlar, onlardan daha telaşlı arabalar. 
Dolmuşların manevraları, gelmeyen otobüsler.
Durakta bekleyen biz ve bir yerlere giden onlarca insan.

" yine o bilindik nakarat, ben buradan ayrılamam(...)"

Düşündüm de sahi “buradan ayrılamam” dediğiniz kaç nokta var hayatınızda?
Somut olmasına gerek yok. Elle tutulan değil de yüreğe dokunan kısımları irdeleyelim,gelin. İçinde olmaktan mutlu olduğunuz anları, hayatları hatırlayalım. Ayrılamadığınız zamanları.  
Seçtiğiniz şarkılar da olur. Okuduğunuz kitaplar da. Tamam filmler de olur kabul. 
Amaç şu: Kendini iyi hissettiğin noktaları belirle. 
Polisiye filmlerinde olur ya, bütün noktalar belirlenir. Kırmızı iple noktalar arasında bağlantı kurulur. 
Öyle bir harita istiyorum, kavram ağı gibi😉

Hepsi bir araya gelsin ve seni bulacağımız noktaları göstersin. 
Sen neredesin? 
Nereye saklandın? 
Kaybolsan nerelerde buluruz seni? 

Belki aleni olmamalı ama insanlar o kırmızı iplerle bağlı olduğu noktaları belirlemeli.
Herkesin bilmesine gerek yok. Popüler bir gizem havası da lüzumsuz bir detay. Önemli olan ayrılamadığın yerleri belirlemek. Nerede durduğun önemli.
Kendi noktalarını keşfet. Dönem dönem karar vermen gerektiğinde arafta kaybolma.
Bocalama şu hayatı yaşarken. 
Çünkü çağın vebası arada kalmışlık bir sıtma krizi gibi hepimizi sarıyor. Ne oralı ne buralı.
Kalıplara büründüğümüzden beri sentez yapma yetimizi de kaybettik. 
Kararsız, fikirsiz, şuursuz.
Aynı hayatları aynı karakterlerle yaşadık. 
Değişen bir maskeydi belki, siz “bir tanıdık” diye bildiniz. 
Ya da sevdik de katlandık inan her.. (!)🎶

İnsan dediğin başta bir gölge oyunu. Işığı sonradan yanıyor, tanıdıkça. 
Ama herkesin o kadar büyük telaşları, dünya yüküyle öyle önemli işleri var ki ışığın düğmesine basmaya vakitleri yok. Senin ışığını fark etmelerini beklemek menekşe kokusunda seni aramak gibi.
Hal böyle olunca da zamanın ruhunda kendi ruhunu kaybedenler oluyor. Nerede ineceğini bilmeyen yolcular gibi sürekli başını eğip yola bakıyor, endişeli. Tanıdık bir yer görse inecek de orası neresi henüz bilmiyor. Herkes her yere gidiyor. Her yan her yanda! 
Panik butonuna basmış gibi olmayayım ama insan bir an önce kendini tanımalı. Ayrılamayacağı yerleri belirlemeli. Bizde maalesef sürü yön değiştirmiş ve şapşal keçi öne geçmiş. Öyle bir sürükleniş. O dalgaya kapılmadan kırmızı iplerinizi alın elinize haydi :)

 --------------------------------------------------------------------
Neyse bunları yazarken baya bir süre geçti. Çok bekleyince beklediğin insanlarla da mekansal bir yakınlık kuruyorsun.
 Kahverengi el örgüsü şallarını bürünen teyzelerde göründü karşıdan. Oohh bende mahallenin muhtarları müziği çalmaya başladı bile. 
Birazdan üç bölümlük gelin/damat karşılaştırması hikayesi çıkacak, bekleyin. 


Aaaa buldum! 
Sizi izliyorum derken kendi ayrılamadığım noktalardan birini daha buldum!
Sahi şu kırmızı ip neredeydi?  






21 Eylül 2018 Cuma

İki Orta Bir Sade


   Kim derdi ki Etiyopya’da bir tohumun koskoca dünyada bir kültür haline geleceği.
  Efendim “çay, kahve edebiyatı” diye dışladığınız şeyi yapmayacağım size. Ama Anadolu’da bu ikisiyle yapılan sohbetlerin verdiği haz da bir başkadır haberiniz o’la.

      Bugün bir tutam telveyle suyun aşkını anlatalım dedik. Hikayesi ilginç. Afrika topraklarında keşfediliyor ilk. Nasıl mı?

     Bölge halkı keçinin yediği bir meyveden sonra daha enerjik olduğunu keşfetmiş. Bakmışlar ki sert, bugün kahve çekirdeği dediğimiz minnacık şey bu keçinin kıtır kıtır yediği.


14.yy’da kavurup ezmişler bir güzel.
16.yy’da Yemen’de içecek olarak sunulmuş.
Sonrasında da Arap dünyasından bir kahve kokusu sarmış bütün dünyayı.

        Bizdeki hikayesi ise 16.yy’da başlıyor. Mırra dediğimiz şekliyle sunuluyor. O dönemin belgelerine, resimlerine bakılınca anlaşılıyor ki sokaklarda güğüm içinde satılıyormuş.
Kanuni ile birlikte saraya taşınmış bu tat. Sarayda yeni biçimler verilmiş. “muhteşem” sunumlar adıyla bâkî o padişah tarafından yapılmış.
Çizilen resimlere konu olmuş.
Tahtakale'de ilk kahvehanenin açılmasına vesile olmuş. 
Osmanlı sarayında ilgi görmüş. Kahvecibaşı adında rütbe eklenmiş.
Sır tutmasını bilen, sadık kişilere verilmiş bu rütbe. Hala da öyle değil mi? Eğer kahveye eşlik eden kişi içinize siniyorsa; paylaştığınız şeyler de sohbetin buğusu da ayrı bir güzel oluyor.

      Kahvenin hikayesi burada bitmiyor tabii ki. Payitaht'tan Anadolu’ya yayılmış bu tılsımlı çekirdek. Biz de yapılışı farklı. Dolayısıyla dünyaya “Turkısh coffee” olarak nam salmış.
          Gelişi, yapılışı zahmetli bu içecek biraz da sabrın süzgecinden dökülüyor fincanlarımıza. Kıvamı, köpüğü derken sabırla bekliyorsun. Bu yüzden kırk yıllık hatırı var. insanlar arasında dostluğun, vefanın, samimiyetin sembolü.
E misyonu bu kadar özelken öyle höpürdetip tek yudumda içilmez. 
Batı güne kahveyle başlıyor. Bizde ise “acı acına” içilmez. O yüzden önce kahve altı yapılır, sonra keyif olsun diye cezveler kaynatılır. 
Batı’da fincanlar geniş ağızlı Bizimki daha dar. 
Onlarda karton bardakla bile içmek mübah. 
Bizde ise sadece sunmak, başlı başına bir seremoni. 

Değişik bir hikaye kahveninki. Bilmem kaç kilometre uzaklıktan, başka bir kıt'adan geliyorsunuz. Kokusuyla insanları mest ediyorsunuz. Adınız bir renge can veriyor. Yetmiyor farklı renkleri anlatırken de yardımcı oluyorsunuz:
Koyu kahve, açık kahve, sütlü kahve.
Evladınızı gelin ederken damadı bununla test ediyorsunuz.
Türkülerinize söz ediyorsunuz.
Anadolu böyle işte. Kendilerinden olmasa bile seviyorsa basıyor bağrına.

Velhasıl kelam ziyadesiyle, müjdesiyle sevenlerinin baş tacı.
Bu kadar konuşmanın üstüne kokusu burnunuza gelmiş olmalı. 
E haydi o zaman kalkın fincana kahve koymaya gidelim.

NOT: Gönül be kahve ister kahvehane
Gönül sohbet ister kahve bahane


9 Ağustos 2018 Perşembe

Üniversiteye Bir Kala: Tercih Süreci


Şu aralar telefonuma gelen mesajların içeriği şöyle:
“Hocam sıralamam böyle geldi, nasıl?
Hocam istediğim bölüm tutmuyor sizce ne yazmalıyım?”
Hocam ben bunu okumak istiyorum ama ailemi ikna edemiyorum.
Tamam da hocam ya işsiz kalırsam, 
Onu da eklesem mi listeye?
Ya istemediğim o şehir gelirse?
... "

Tercih stresini kuşanmış canlar, toplaşın yamacıma! Bakın size ne anlatacağım

               Bir varmış bir yokmuş. Şaka şaka masal değil bu. Naçizane başımdan geçen şeyler.
        Lisede okulun afacan grubunun üyesi, sınıfa girdiğinizde en arka sol köşede otururken göreceğiniz bir öğrenciydim ben. Hiç “inek” olamadım. Hatta bazı hocalar bize bakıp olmaz bunlardan, kazanamazlar derdi. İşin komik yanı hepimiz ilk yıldan kazandık. Nasıl mı? Biz hayal kurduk. 
        Yukarıda gördüğünüz fotoğraf o hayalin ilk manifestosu. Lise sıralarında beyaz bir kağıdın yarısına kırmızı kalemle ve kocaman puntoyla yazdığım bir hayal. herkes hayalindeki meslek kumaşını üstüme dikmeye çalışırken iğneler batıyordu vücuduma. Ne zaman ki bu kağıdı yazdım, astım duvara o zaman rahatladım. O süreçte bazen çalıştım bazen kaytardım. Bazen bunaldım bazen hırs yaptım. Bu kağıt hepsine şahittir. Gelin size hikayesini anlatayım:

         Alanım eşit ağırlıktı ama tutturmuştum edebiyat öğretmeni olacağım diye. O yaş için radikal bir karar tabii. Ailem anlayışla karşıladı fakat öğretmenlerim bunu önce kabullenmedi. Matematik çalış diye odalara kapatıp test mi çözdürmediler, hukuk seveyim diye cübbeli Hilal’i mi hayal ettirmediler(ki edemiyordum) neler neler... En son biri rehberliğe haber salmış şu kızı al karşına bir konuş, saçma saçma iş yapmasın diye. Velhasıl kelam, çağırdılar beni gittim görüşmeye. Rehber öğretmenim “Hilal gözünü kapat ve 20 yıl sonra nerede olduğunu anlat bana dedi. Kapattım gözümü. Düşündüm. Artık nasıl anlattıysam gözümü açtığımda kadıncağız sevgiyle baktı bana. “Kimseyi dinleme kızım, sen edebiyat öğretmeni ol” dedi. Oldum da, dereceyle çıktım o yapamaz dedikleri sınavdan. Hayalimin okulunu bitirip edebiyat öğretmeni oldum.

           İşte bu kağıt farkında olmadan bir yıl boyunca zihnime işlemiş. Aslında hedef net: Edebiyat öğretmeni olacaksın Hilal ve Ankara'da okuyacaksın. Sıralaması fotoğraftaki gibi. O 499'un kalp içine alınmasının anlamı da şu " hani zor da bunu yapman, sen hedefini yüksek tutmuş ol
Size bir sır vereyim mi? Ben o kalp içindeki puanı yaptım sınavda. O "yok ya gelmez" dedikleri okula girdim. Anlayacağınız bu kağıt; ben, ya yapamazsam derken bile fısıldamış bana: YAPACAKSIN.  Yerleştirme sonuçları açıklandıktan sonra fark ettim. Ev ahalisi de çaktırmadan destek atmışlar zihnime. Alttaki “amiiin, inşallah”lar, gülücükler onların imzası:)

Şimdi niye anlatıyorum bunu biliyor musunuz? Çünkü burada gördüğünüz her şey hayal ürünü.
Çünkü biliyorum hayal etmezsen, hayatında onun yeri olmayacak.
Sen hayal etmezsen kimse senin için çabalamayacak. Ruhsuzlar kervanına katılıp gideceksin sen de 
Unutma, Güzel günler her zaman sana gelmez bazen de sen ona yürüyeceksin!
Tercih yaparken sorduğunuz onca soruya karşılık olsun bu yazım. Kapat gözünü hayal et. 20 yıl sonra hangi işi yapıyor olmak istiyorsun? Ne mutlu ediyor seni? Bırak popüler meslek dayatmalarına, asla iş bulamazsın korkutmalarına.
Sen seversen, istersen, bir de sahip çıkarsan hangi engel önünde durabilir?
Bir de şu var. Sevmediğin bir işe uyanmak ister misin? Zira sevdiğinde işe değil aşka uyanıyorsun.
E haliyle yorulmuyorsun. 
Hani hocam ben yapamam diyorsunuz ya, hayal kurun gençler. Kurduğun hayale sahip çıkarsan birkaç yıla bana oradan el sallarsın. 

         Yaptığınız tercihler inşallah gönlünüze göredir. Biliyorum hayat şartları zor, aileler baskın. Ama herkesin buluştuğu ortak bir payda var. Sizin iyiliğiniz. O yüzden tepki göstermeyin. Bu benim hayatım karışmayın, demeyin.  Dinleyin, istişare edin, fikirlerinizi paylaşın. Araştırın. Cesur olun ve karar anında evet, kaptan koltuğuna siz geçin. 
Bu süreçte tek bir tavsiyem var. Bir yıl kaybederim korkusuyla 39 yılınızı heba etmeyin. Siz değerlisiniz, sizin hayatlarınız çok değerli. O hayatlarınızı "elalem ne der"e yedirmeyin e mi:)
Allah yardımcınız olsun.
Umarız yolculuğunuz hayal ettiğiniz yerden devam eder.



12 Temmuz 2018 Perşembe

"SOCİAL" HAYATLAR


           Cem Yılmaz’ın meşhur gösterisi Fundamenta’yı izleyenler, oradaki şu tespiti hatırlayacaklardır:
         “Evdeyim oturuyorum, işteyim sıkılıyorum”
          Devamını söylemeyeyim ama hayata dair sağlam tespitlerden biriydi. Sakince etrafınızı bir tarayın. Tıpkı yukarıdaki gibi cümlelerle karşılaşacaksınız.  Öff!! pööff!! Çok sıkıldım ay bunaldım, oyy daraldım. Dur az da şöyle sıkılayım, hoop biraz da bu tarafa sıkılayım...
Ucu bucağı yok. İnsanların dilinden düşmeyen cümlelerden.  
         Sizi izliyorum köşesinde bugün bunu anlatayım dedim. Oturdum etraftaki insanları  gözlemledim. Hepsi otomatikleşmiş bir şekilde önce etrafı izliyor, ofluyor, telefonu eline alıyor. Ekranı kaydırıyor, kaydırıyor, kaydırıyor. Sonra bir kafasını kaldırıyor, etrafını süzüyor. Tekrar gözler ekranda. Kısa bir sosyal medya turu, 5 dk sonra sayfa yenileme gereği. Yeni düşen birkaç görsel, üç beş tivit derken yine kafayı kaldırıyor. Etrafı tekrar süzüyor. Sonra tuş kilidine basıyor. Telefonu koyar gibi yapıyor sonra nefes alamıyormuş gibi hissedip tekrar başlıyor ekranı kaydırmaya.
          Bu sıralama saatlerce devam eder de ben 10 dk dayanabildim. Şaka yapmıyorum gerçekten bir koltuğa oturup saatlerce bunu yapan var. Arkadaşlarla buluşma adı altında radyasyon oranının yoğun olduğu ortamlara giriyorlar. İki kelam etmek yok. Tam biri ağzını açacak oluyor, hah diyorum tamam konuşacaklar. Duyduğum cümle şu “off sıkıldım yaa” 
Ee ama!!

           Hiç öyle uzaktan, alıcısı değilmiş gibi bakmayın. Hepimiz zaman zaman yaşıyoruz bu durumu. Kendimize de bir öz eleştiri olsun. Telefon altıncı duyu organımız gibi olmuş. Bakın sizi izlerken sinir bilimci Serkan Hoca'nın bir paylaşımı aklıma geldi. ( bakın kaynağım yine 6. duyudan) Şöyle bir bilgi vardı paylaşımında:

-- 1 saatte, kalbiniz 4200 kere atacak ve 300 litre kan pompalayacak. Akciğerleriniz 900 kere soluyacak ve 450 litre hava kullanacak. İnce bağırsaklarınızda 700 milyon yeni epitel hücresi üretilecek. 
Peki bütün devran, bir saat gibi tıkır tıkır işlerken, sen o bir saatte ne yaptın? 
Oturduğun koltukta elini ekranda kaydırmaktan başka nasıl bir efor harcadın?

     Vereceğin göz dolduracak bir cevabın yoksa kaybedenler kulübüne hoş geldin. Zira bu "hiçbir şey yapmamazlık" çağın vebası. Bir nevi güncel işkence. Hem de insanın farkında olmadan kendi kendine yaptığı bir işkence. Tabii yavrum bizler durumun farkında olmadığımızdan, beraberinde gelen bütün sorunlarımız da çözülemeyen bir yumak gibi duruyor önümüzde. Sosyal medya yaşamı diye paralel bir evren oluştu sanki ve biz gariban dünyalılar ayak uyduramadığımızdan bocalıyoruz. Çünkü orada herkes zengin, herkes yatlarda katlarda. Çok kalabalıklar, çok eğleniyorlar, ve işin en ilginci herkes aşşşşırı mutlu! 
Aman sabahlar olmasın!!
Pelinsucum o aşşşşırı mutluğunu sergilerken benim safım da ekranı kaydırırken söyleniyor:
Ay o bunu giymiş ben de mi alsam?
Millet tatilde ben halaa “anne kumanda nerede”
Benim niye yok, ben niye orada değilim, nedeen aramıyor. Yalnızım dostlarım tiviti. 
Off mutsuzluktan ölüyorum tribi
Falan filan...

     Bardağın boş tarafına odaklanarak yorumlanan onlarca kare. Bir düşün bakalım 1 saatte ona buna odaklandığın kadar kendin için bir şeyler yapsaydın neler olurdu? Neler değişirdi hayatında?
                Çocukça bir serzeniş olabilir dilinde: " Ben mutlu olmak istiyorum" 
Sadece mutlu olmak istemiyorsun. Sen başkalarından daha mutlu olmak istiyorsun. Çünkü sosyal medya bunu diretiyor bize. Maalesef bu çok zor. O pencereden baktığında başkalarını hep daha mutlu göreceksin. Halbuki senin içinden dünyaya açılan onlarca pencere var. Her birinin manzarası ayrı, her biri eşsiz. Bence en azından şu bir saat, hayatına "like" sesini değil kendi sesini dinlet. Bırak kalbin kendi sesini hatırlasın.


8 Haziran 2018 Cuma

Akdeeeniiiizz Karaadeniiizzz karneemiziiii isteriiiizz!!


           Akdeniiiizzz Karadeniiiiiiz 
           Karneemiziiii isteeeriiiiizzz!!!!!

           İlkokuldayken beş kişi kol kola girer çete gibi böyle dolaşırdık koridorda. Niyeyse çok da eğlenirdik. Sıdıka Öğretmenimiz (ellerinden öpüyorum) o heyecanı hissettirirdi bize. Halbuki notlarımızı biliyorduk, yazılılarımız belliydi. Ama işte o karneye bir heyecan misyonu yüklemiştik. O gün serbest kıyafetle gider, panayır alanı gibi tüm gün okulda vakit geçirirdik. Sonra dağılır, önümüze gelene karnelerimizi gösterirdik.Karneleri eline alan da notlara bir göz gezdirir, tebrik ederdi. Ama en çok neyin üstünde dururlardı biliyor musunuz? “DAVRANIŞ NOTU

              Sesli bir şekilde pekiyi, pekiyi, pekiyi diye okunan maddeleri hatırlarım. Şimdilerde maalesef karnelerde sergilenen bir not kavramı yok. En azından bizim dönemdeki ciddiyetle yapılmıyor. Bir lise öğretmeni olarak söyleyebilirim, keşke önceliğimiz bu davranış notları olsaydı. Çünkü bundan bir tık sonrası o çocukların hayatın içine birey olarak karışması olacak. E-okullarda öylesine girilen, aman kırılmasın diye verilen notlar yerine yapıcı bir yöntem geliştirip verilseydi. Çünkü bakın o maddeler ne kadar önemli! 


1) Okul kültürüne uyum:  Toplum içinde yaşamanın ön gösterimi okul ortamıdır. 
2) Öz bakım: O yaşlarda öğreteceğimiz temizlik bilinci devam etseydi bugün Orhan Baba o reklamı çekmek zorunda kalmazdı.
3) Kendini tanıma Bu yüzyılın en büyük problemi. Kendini tanımadığı için oradan oraya savrulan binlerce ruh figürü aramızda dolaşıyor.
4) İletişim ve sosyal etkileşim Günümüzdeki kavgaların, tartışmaların en büyük nedeni bu kavramın eksikliği. İletişimsizlik! Nasıl kuruluyor bilmiyoruz. Öğrenmeye de merakımız ya da vaktimiz olmuyor. Çocuklar da bağıran bir nesilde büyüdüğü için liseye gelince o dayılanma hali yapışıyor üstlerine. Onu karakter belirtisi, bir karizma hali zannediyorlar. Sonra vay efendim o bana yan baktı —>bam güm)
5)Ortak değerlere uyum Diyoruz ya her fırsatta özümüzü unutuyoruz diye. E unutturma! İnsan hayatında kritik dönemler vardır. Sen değer yargılarını, milli değerlerini öğretebilirsen o çocuk ölse unutmaz onu. O zaman yere düşen ekmeği alıp, öpüp başına koyan çocuklara hasret kalmayız.
6) Sosyal faaliyetlere katılım Dikkat edin yeni nesil tek tip geliyor. Sosyal medyayı kendilerine rehber ediniyorlar. Oradaki tipler bölünerek çoğalmaya başladı sanki. Herkesin zevki aynı. Herkes aynı şeyi beğeniyor. Düşünmeden. Halbuki kendilerini tanıyabilecekleri fırsatları olsa... Mahalle maçında bile tanıyabilir bir çocuk kendini. Çocuklara sosyal alanlar oluşturmak hepimizin görevi. Kendini keşfetmesi, arkadaşlarıyla RADYASYONSUZ vakit geçirebilmesi için bunu önemsememiz gerekiyor.
7) Takım çalışması ve SORUMLULUK: Lise öğretmeniyim. Bizi zorlayan şey ne derseniz hep bir ağızdan sorumsuzluk diyebiliriz. Özellikle bu karne döneminde velilerin daha çok "sorumlu" olduğu zamanları görünce inanın bu maddenin ne kadar önemli olduğunu anladık. Sorumluluk çocuk yaşta kazandırıldığında kalıcı oluyor. Takım çalışması da bunun sergilenebileceği en güzel ortam. Yardımlaşma, dayanışma, ekip ruhunun yanında , günümüzün vebası “ben” çığırtkanlığından çocuklarımızı korumuş da oluyoruz.
8) Verimli çalışma Hemen hemen her öğrencimden duydum "hocam ben nasıl çalışacağım?". Lise sona gelmiş öğrenci panik duygusuna kapılıyor. Çünkü neyi, nerede, ne zaman ve nasıl çalışması gerektiğini bilmiyor. Halbuki bu alışkanlığı kazanmış olarak gelseydi o paniği yaşamadan sınav sürecine dahil olacaktı. Buna en güzel örneği kendi arkadaş grubumdan verebilirim. Yeterince afacan bir gruptuk ancak en olmaz bundan denilenimiz bile iyi bir üniversiteyi ilk yılda kazandı. Sırrını söyleyelim: Biz nasıl çalışacağımızı biliyorduk. O yüzden hem kendimize, hem ailemize, hem birbirimize hem de derslerimize vakit ayırabiliyorduk. Yani gece gündüz çalışmak yerine arada dinlenirken baltamızı biliyorduk. Hikayeyi bilmeyenler için aşağıya bir bağlantı bırakalım:)



9) Çevreye duyarlılık Bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın atasözüne pek ısınmaz içim. Çevremde olan biten, çevremin düzeni, temizliği beni ilgilendirmiyorsa saksı bitkisinden bir farkım yok demektir. Ki onun bile çevreyi güzelleştiren bir vizyonu var. Doğayı sevmeyi öğretebilmeliyiz çocuklara. O zaman bahar geldiğinde mısır patlağı gibi açan çiçekle mutluluğu tadabilir. Öyle kocaman şeylere gerek duyma gülümsemek için. Yahut bir kadın yolda evire çevire dövüldüğünde aman banane diyip kafasını çevirmez. Çevrenin tanım aralığını genişletirseniz daha yaşanılır bir alan bırakırsınız kendinize, çocuklarınıza, torunlarınıza...

 Görüldüğü üzere maddeler hayatın şifreleri gibi. Günümüzdeki boşlukları dolduruyor. Bizse zamanla bunların yerini “fiilde çatının özelliği nedir? Özel üçgen formüllerini ezberlemen gerekir.” e bırakmışız. Kimyasal tepkimelere verilen değer insana verilen değerden fazla hale gelmiş.

  Hâlbuki iki koldan ilerleseymişiz, çocuklara bunları öğretirken değerler eğitimini de yeterince verebilseymişiz çok daha keyifli bir eğitim anlayışımız olurmuş. Tek kolla boks maçı olur mu? Biz yıllardır tek kolla bu maçı idare etmeye çalışıyoruz. 
       Göstermelik davranış notlarının yerini hayata uygulamadaki başarıları almalı. Aman üzülür, psikolojisi bozulur diye diye porselen bebek ya da aman oğlum ezdirme kendini dediğimizden hulk gibi gezen delikanlılar oluyor koridorda. Biliyoruz, hepsi her birimizin canparesi. Amacımız güzel insanlar olmaları. 
       
   O yüzden şimdi karnelerle eve gelmeye çekinen çocuklarımız varsa kızmayın. Önce kendi içinizde yukarıda saydığımız maddelerin notunu bir verin. Eğer onlardan geçiyorsa dersleri bir şekilde halleder.
 Not bu, düşer yükselir, tekrar düşer. tekrar yükselir.
Allah karaktere zeval vermesin :) 😉

11 Mayıs 2018 Cuma

Çay Var İçersen


Çaycı, getir, ilâç kokulu çaydan! 
Dakika düşelim, senelik paydan! 

Zindanda dakika farksızdır aydan.

Karıştır çayını zaman erisin; 

Köpük köpük, duman duman erisin!

            Efendiiim malumunuz çay ile edebiyat arasında değişik bir bağ kuruldu. Hatta "çay edebiyatı" haline geldi sokaklara taştı. Şimdi çoğu duvarlar " bir gün çay içelim seninle, çaylar benden manzara senden olsun" gibi dizelerle süslenmiş durumda. Bazı kafeler sırf duvarlarında çay sözleri yazdığı için fenomen haline gelmiş, paylaşımlar için uğrak yeri olmuş. denk geldiklerimden bazılarını sizinle paylaşayım:
➤Ve oturdu mu masaya hakkını verir çay içmenin...
➤"Bir ilimiz vardı Rize
   Durup dururken çay sundu bize" 
➤"sesleniriz "Bir çay yap Niko, demli olsun"
➤ "iki çay söylemiştik orada, biri açık
     keşke yalnız bunun için sevseydim seni"
          (...)
            Liste uzayıp gidiyor. Ama ben en sevdiğim sözle bitirmek istiyorum: " Aşkın kalbimde bir çiçek, gel beraber çay içek" 
           Hiç gülmeyin. Biz de isterdik Attila İlhan'ın Emirgan'da Çay Saati'nde olduğu gibi romantik bir sonbahar havasında yazalım bu yazıyı ama olmadı. İnternete çay yazıp; elindeki çaydanlığı düşüren ablaya "o neydi gııaazz" diye bağıran teyzeyi görünce o derin hissiyat kayboldu:) 
            Şaka bir yana ülkemizdeki kültür unsurlarından biri çay. İlk kez bilinçli tohum yetiştirme çalışmaları II. Abdulhamit döneminde başlamış. Zamanla da kültüre iyice yerleşmiş. İnsanlarımız o kadar benimsemiş ki çay içilmeden geçen saatler baş ağrısı olarak geri dönmüş. Sıcak olmasa demliği direk ağza dökecek olanlarımız bile var çaktırmayın. (bu birinden tanıdık geldi) Sohbetlerin baş konuğu olmuş çay. Öyle ki İngilizlere, benimki seninkine on basar der gibi beş çayı kavramını hayatımıza yerleştirmişiz. (bir içeceğin gizli manifesto gibi rol çalması da bir değişik)


              Şimdi efendim, bu çay dediğin kalabalıkla iyi gider. O yüzden gelen misafirlerimiz erken kalkmak istediğinde ev sahibi homurdanarak " koca demlik çay yaptım, bitmeden göndermem ayol, der" bilirsiniz. Canım ülkemde bir içeceğin kendine ait jargonu var. Dünyanın herhangi bir köşesinde "çay çeek" diye seslenseniz, çay? çekmek? o ne o'la ki? bakışlarıyla karşılaşırsınız. Halbuki ülkemde "çay çeek!, tavşan kanı olsun. demini almamış bu, az açık getir yeğenim, yanına bir dilim limon alabilir miyim? çayın yanında ne arzu edersiniz? çay simit yapalım mı? şeker alır mısınız? Allah aşkına otur bir çay söyleyeyim, üstünde köpüğü kalmış bunun, haşlanmış bu çay! gibi pek çok cümleyi günde defalarca duymanız mümkün.
              Yaşam içerisinde ikram, paylaşım, değer veriş olarak karşımıza çıktığından şairlerin kaleminde de yer almasını doğal karşılamak lazım. Günümüz dergilerinin formatına da uyduğundan mı bilinmez şu ara çay edebiyatının sonunu alamıyoruz. Sıradan şeylere anlam yüklemenin edebiyat olduğuna sitem edenlerimiz varmış, duydum. Bense sizin gibi düşünmüyorum. Belki de her şeyi çok önemsediğimizden kaçırıyoruzdur hayatı? Karton bardaklarda damak tadını yitirdiğimizdendir belki bu keyifsizliğimiz? Çünkü eski zamanlardakiler böyle ayırmamışlar birbirlerini. Çayla simidi yazdı diye kimse Sait Faik'i dışlamadı. Üstad Zindan'dan Mehmet'e yazarken çaya da bir selam gönderdiyse o kadar da basit bir yeri yok demek ki. Oktay Rıfat, Faruk Nafiz, Edip Cansever her biri bir mısrasında bile değindiyse gözümüze değmeyen o basit şeylere, vardır bir bildikleri. Bazen derinlere dalalım derken güneşin sudaki dansını kaçırıyoruz. Gecenin karanlığında karamsarlaşalım diye toplaşırken yakamoz geçiyor arkamızdan, görmüyoruz. Yaşamak ciddi iş, biliyoruz. Ama o yaşamı güzelleştiren tek bir zerreye bile şükretmemiz gerekiyor, hep unutuyoruz. O yüzden o zerrelere dudak bükenlerimize inat, Aşık Veysel'den şu mısraları söylüyoruz.
 "çay var içersen
  ben var seversen
  yol var gidersen"    
        Yolu burada ayrılacak olanlar, uğurlar o'la...
         Devam eden yolcularımız için Ekmek Teknesi'nin o meşhur repliği gelsin
"TÜM BARDAKLAR DOOLSUUN" :)