Şeref vermez dür ü güher kemâl olmaz zer ü ziver
Hüner kesb et hüner bahr-i fazîlet kân-ı
irfân ol Bâkî
Bâkî
[İnci,
cevher sahibi olmak şeref vermez kişiye. Altın ve süs olgunluk getirmez. Hüner
sahibi olmaya bak. Fazilet denizi ve irfan madeni ol.]
Her
öğretmen şu soruyla karşı karşıya kalmıştır. Hocam bunları öğrenmek bize ne kazandırır? Edebiyat öğretmeni için
verilebilecek en güzel cevabı üniversite yıllarımda duymuştum. “Edebiyat size şahsiyet kazandırır.” Tıpkı
yıllar önce Şairler Sultanı’nın dediği gibi.
Malumunuz edebiyat konuları derya deniz. Hayatın yansımalarını bağrına
basmış olsa gerek istediğiniz her konuda bir eserle karşılaşabilirsiniz. O
yüzden ders kitapları bize ilk hafta “Edebiyat
nedir?” diye sorunca ben hep hayattır
derim. Hayatın içinden pek çok konuyu çeşitli başlıklarla anlatırız. Ama
içlerinde bir başlık var ki beni ayrı bir heyecanlandırır. Günümüze kadar çeşitli
adlandırmalar almış bir konu.Eski diyeni var, Divan diyeni var. Benim içime
sinen başlıksa şu: KADİM EDEBİYAT
Edebiyatı
“bugünden” takip edenler için akla anlaşılması zor olan sözler topluluğu
gelebilir. Nitekim derste de başlığı gören çocuklar önce bir surat ekşitir.
Aklına gelen tek şey içinde “failatün” gibi şeyler barındıran ezberlenmesi
gereken heceler topluluğu. Halbuki mısradaki ahenk dengesi saydığı. Sanırım
ekşi suratla başlayıp “vay be!” diye
hayranlıkla bitirdiğimizden seviyorum bu konuyu. Bir tabuyu yıkıyoruz birlikte.
Derinliği görüp de sevmeyenine rastlamadım henüz. Gelin haydi birlikte biraz
hatır soralım, nasıldır bu Kadim Edebiyat.
Bu
edebiyatı Osmanlı’dan ayrı düşünmek olmaz. Çünkü muazzam bir kültür
besleyişidir söze dökülen. Biz tarihi, ders kitaplarından öğrendik. Son
yıllarda da senaristlerin insafına bırakarak öğretmeyi kolay bulduk. Ondan bazı
yerlerde sığ kalışımız. Bize tarihi beyitler üzerinden de takip etmeyi
öğretselerdi bakın nasıl olurdu o zaman. Hiç unutmuyorum üniversitede Cemal
Kurnaz Hocam, “Şehzade Mustafa Mersiyesi"ni aktarmıştı bize. Hüngür hüngür
ağladığımı bilirim. İçime dert olmuştu da yurda gidince defalarca çevirmiştim
sayfaları. Her bir sahnesinin filmini çekmiştim zihnimde.
Sonra Nâbî çıkagelmişti de gördüğü bir çiğliğe şöyle
seslenmişti:
Çok da mağrûr olma kim meyhâne-i
ikbâlde
Biz hezârân mest-i mağrûrun humârın
görmüşüz.
(Mevki sahibi
olunca zafer sarhoşu oluverme; zîrâ böylesine mest olup sabah olunca da baş
ağrısı çeken binlercesini görmüşlüğümüz var.
İşte edebiyat, hayattır dedik ya. Hayatın
içinden binlerce beyit. Anlamın derinliğinde ruhunuzu eritiyorlar. Öyle bir
etkisi var. Ben üniversitenin ilk yılında Yaşar Hocam’dan dinlediğim şu beyitle
kapılmıştım bu rüzgara:
“ Arz-ı
hâl etmeye câna seni tenhâ bulamam, seni tenhâ bulacak kendimi aslâ bulamam.”
Aşık
derdini anlatacak, sevdiğinin etrafı hep kalabalık. Hah tam buldum derken bu
sefer de eli ayağına dolaşıyor, heyecanlanıyor, kendini bulamıyor. Derdi yüreğinde
kalıveriyor işte. Aşka dair duyduğum en
tatlı beyitlerden biriydi. Sonra şu
beyitle kesişti yolum.
“Âşıkların
sözlerini alıp satan âşık mıdır
İçini görmez
sarayın vasfeder duvarını.” J (Salih Baba)
Salih Baba haklı galiba.Bu aşk dedikleri söz alıp satmaya benzemiyor. Bakın Şeyh Galib uğruna nasıl iradeyi yitirmiş:
"bağlanıp
zülfünde bozdum ahdi de peymanı da
çeşmini gördüm
unuttum derdi de dermanı da"
(Saçına bağlanıp
verdiğim sözü de yemini de bozdum. Gözünü gördüm, derdi de dermanı da unuttum.)
Nef’i ki kimseye eyvallahı olmayan bir zat. Dilinden çekti ne
çektiyse öyle bir yüksek ses. Gel gelelim aşk karşısında nasıl yalvarır olmuş:
“Bir nefes dîdâr
içün bin cân fedâ itsem n’ola
Nice demlerdür esir-i
iştiyâkıdur gönül.”
(Bir nefescik
olsun o güzel yüzü görmek için bin canım olsa da kurban etsem yeridir. Gönül
nice zamandır onun arzusuyla yana tutuşa esiri olmuştur.)
Divan edebiyatında sevgililer bi-vefa olur. Yakınında tutmak
isterler ama yansın istemezler. Aşık ise tutuşmaya ezelden razı. Bakın ne diyor
usta şair:
“Yoluna cânum
revân itsem gere cânâ didüm
Yüzüme bin hışm
ile bakdı did cânun mı var.” (Zâtî)
(Bağırdım; “Ah
sevgilim canımı kurban etmem gerek senin için.” Sevgili, bin öfkeyle yüzüme
baktı ve dedi ki; “Canın! Senin daha harcanmayan canın mı var?”.
Haydi buyur!
Ama zamane aşıkları bu tavırdan hoşnut. Sevgili kızsın başı
gözü üstüne çünkü muhatap alındı. Zaman makinesi olsa da Zati’ye sorsak en
keyifli günüdür anlatır size, inanın.
Fuzûlî… Aşkın
derdiyle dertlenen şair. Bakın dilinden dökülen duaya:
Yâ Rabb
belâ-yı aşk ile kıl âşinâ beni
Bir dem
belâ-yı aşktan etme cüdâ beni
(Ey Rabb’im! Beni aşk
belasıyla bilindik kıl; beni bir an bile olsa aşktan ayırma.)
Velhasıl kelam, aslında bu aşk dedikleri varlığa üflenen bir
his. Yaratılandan ziyade Yaradan’a teslimiyet. Zamanla anlayacaksınız görünenin
arkasında bir görünmeyen var.
Bütün feryat, arzu, şikayet, muhabbet O’na.
Tabii bizim zamanlarda, sanal dünyanın ışıkları gözlerimizi aldığı için güzeli görmekte sıkıntı çekiyoruz. O yüzden bunlar başta bir garip geliyor.
Hani masal dinlemeyen çocuklar cetvelle kedi çizer derler ya. Öyle.
Geçmiş zaman olur ki hayali, cihana değer.
Hayal ettirmez, hemhal oldurmazsak da kendi insanına yabancı sürüsüne her gün yeni biri daha ekleniyor. Sonuç hormonlu domates gibi tat vermiyor işte.
Onlara da mesaj var bizim Kadim dostlardan:
nasibini alsınlar, buyrun:
Cihân ârâ cihân içindedir ârâyı bilmezler
O mâhîler ki deryâ içredir deryâyı
bilmezler. (Hayâlî) J
( Dünyayı süsleyen varlık , yine bu cihan içindedir, ama
(insanlar) aramasını (arayıp bulmasını) bilmezler.
Tıpkı denizin
içinde olup da denizi bilmeyen, tanımayan balıklar gibi)
Derdimiz “su birikintisinin sınırları
değil, derdimiz bir kere bile denizi düşünmemiş balıklarla yaşamak.”
Bir
sonraki yazımızda görüşmek dileğiyle.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder