4 Ağustos 2019 Pazar

KADİM EDEBİYAT- Aşk'a dair


  Şeref vermez dür ü güher kemâl olmaz zer ü ziver
 Hüner kesb et hüner bahr-i fazîlet kân-ı irfân ol Bâkî  
                                                                                                    Bâkî  
[İnci, cevher sahibi olmak şeref vermez kişiye. Altın ve süs olgunluk getirmez. Hüner sahibi olmaya bak. Fazilet denizi ve irfan madeni ol.]
Her öğretmen şu soruyla karşı karşıya kalmıştır. Hocam bunları öğrenmek bize ne kazandırır? Edebiyat öğretmeni için verilebilecek en güzel cevabı üniversite yıllarımda duymuştum. “Edebiyat size şahsiyet kazandırır.” Tıpkı yıllar önce Şairler Sultanı’nın dediği gibi.
        Malumunuz edebiyat konuları derya deniz. Hayatın yansımalarını bağrına basmış olsa gerek istediğiniz her konuda bir eserle karşılaşabilirsiniz. O yüzden ders kitapları bize ilk hafta “Edebiyat nedir?” diye sorunca ben hep hayattır derim. Hayatın içinden pek çok konuyu çeşitli başlıklarla anlatırız. Ama içlerinde bir başlık var ki beni ayrı bir heyecanlandırır. Günümüze kadar çeşitli adlandırmalar almış bir konu.Eski diyeni var, Divan diyeni var. Benim içime sinen başlıksa şu: KADİM EDEBİYAT
         Edebiyatı “bugünden” takip edenler için akla anlaşılması zor olan sözler topluluğu gelebilir. Nitekim derste de başlığı gören çocuklar önce bir surat ekşitir. Aklına gelen tek şey içinde “failatün” gibi şeyler barındıran ezberlenmesi gereken heceler topluluğu. Halbuki mısradaki ahenk dengesi saydığı. Sanırım ekşi suratla başlayıp “vay be!” diye hayranlıkla bitirdiğimizden seviyorum bu konuyu. Bir tabuyu yıkıyoruz birlikte. Derinliği görüp de sevmeyenine rastlamadım henüz. Gelin haydi birlikte biraz hatır soralım, nasıldır bu Kadim Edebiyat.
      Bu edebiyatı Osmanlı’dan ayrı düşünmek olmaz. Çünkü muazzam bir kültür besleyişidir söze dökülen. Biz tarihi, ders kitaplarından öğrendik. Son yıllarda da senaristlerin insafına bırakarak öğretmeyi kolay bulduk. Ondan bazı yerlerde sığ kalışımız. Bize tarihi beyitler üzerinden de takip etmeyi öğretselerdi bakın nasıl olurdu o zaman. Hiç unutmuyorum üniversitede Cemal Kurnaz Hocam, “Şehzade Mustafa Mersiyesi"ni aktarmıştı bize. Hüngür hüngür ağladığımı bilirim. İçime dert olmuştu da yurda gidince defalarca çevirmiştim sayfaları. Her bir sahnesinin filmini çekmiştim zihnimde.
      Sonra  Nâbî çıkagelmişti de gördüğü bir çiğliğe şöyle seslenmişti:

Çok da mağrûr olma kim meyhâne-i ikbâlde
Biz hezârân mest-i mağrûrun humârın görmüşüz.

(Mevki sahibi olunca zafer sarhoşu oluverme; zîrâ böylesine mest olup sabah olunca da baş ağrısı çeken binlercesini görmüşlüğümüz var.

     İşte edebiyat, hayattır dedik ya. Hayatın içinden binlerce beyit. Anlamın derinliğinde ruhunuzu eritiyorlar. Öyle bir etkisi var. Ben üniversitenin ilk yılında Yaşar Hocam’dan dinlediğim şu beyitle kapılmıştım bu rüzgara:

     Arz-ı hâl etmeye câna seni tenhâ bulamam, seni tenhâ bulacak kendimi aslâ bulamam.”

Aşık derdini anlatacak, sevdiğinin etrafı hep kalabalık. Hah tam buldum derken bu sefer de eli ayağına dolaşıyor, heyecanlanıyor, kendini bulamıyor. Derdi yüreğinde kalıveriyor işte.  Aşka dair duyduğum en tatlı beyitlerden biriydi. Sonra  şu beyitle kesişti yolum.

“Âşıkların sözlerini alıp satan âşık mıdır
İçini görmez sarayın vasfeder duvarını.” J (Salih Baba)

         Salih Baba haklı galiba.Bu aşk dedikleri söz alıp satmaya benzemiyor. Bakın Şeyh Galib uğruna nasıl iradeyi yitirmiş:

"bağlanıp zülfünde bozdum ahdi de peymanı da
çeşmini gördüm unuttum derdi de dermanı da"
(Saçına bağlanıp verdiğim sözü de yemini de bozdum. Gözünü gördüm, derdi de dermanı da unuttum.)

Nef’i ki kimseye eyvallahı olmayan bir zat. Dilinden çekti ne çektiyse öyle bir yüksek ses. Gel gelelim aşk karşısında nasıl yalvarır olmuş:

“Bir nefes dîdâr içün bin cân fedâ itsem n’ola
Nice demlerdür esir-i iştiyâkıdur gönül.”
(Bir nefescik olsun o güzel yüzü görmek için bin canım olsa da kurban etsem yeridir. Gönül nice zamandır onun arzusuyla yana tutuşa esiri olmuştur.)

Divan edebiyatında sevgililer bi-vefa olur. Yakınında tutmak isterler ama yansın istemezler. Aşık ise tutuşmaya ezelden razı. Bakın ne diyor usta şair:

Yoluna cânum revân itsem gere cânâ didüm
Yüzüme bin hışm ile bakdı did cânun mı var.” (Zâtî)

(Bağırdım; “Ah sevgilim canımı kurban etmem gerek senin için.” Sevgili, bin öfkeyle yüzüme baktı ve dedi ki; “Canın! Senin daha harcanmayan canın mı var?”.

Haydi buyur!

Ama zamane aşıkları bu tavırdan hoşnut. Sevgili kızsın başı gözü üstüne çünkü muhatap alındı. Zaman makinesi olsa da Zati’ye sorsak en keyifli günüdür anlatır size, inanın.

Fuzûlî… Aşkın derdiyle dertlenen şair. Bakın dilinden dökülen duaya:

Yâ Rabb belâ-yı aşk ile kıl âşinâ beni
Bir dem belâ-yı aşktan etme cüdâ beni
 (Ey Rabb’im! Beni aşk belasıyla bilindik kıl; beni bir an bile olsa aşktan ayırma.)

    Velhasıl kelam,  aslında bu aşk dedikleri varlığa üflenen bir his. Yaratılandan ziyade Yaradan’a teslimiyet. Zamanla anlayacaksınız görünenin arkasında bir görünmeyen var. 
Bütün feryat, arzu, şikayet, muhabbet  O’na. 
Tabii bizim zamanlarda, sanal dünyanın ışıkları gözlerimizi aldığı için güzeli görmekte sıkıntı çekiyoruz.  O yüzden bunlar başta bir garip geliyor. 
Hani masal dinlemeyen çocuklar cetvelle kedi çizer derler ya. Öyle. 
Geçmiş zaman olur ki hayali, cihana değer. 
Hayal ettirmez, hemhal oldurmazsak da kendi insanına yabancı sürüsüne her gün yeni biri daha ekleniyor. Sonuç hormonlu domates gibi tat vermiyor işte. 
Onlara da mesaj var bizim Kadim dostlardan:
 nasibini alsınlar, buyrun:
Cihân ârâ cihân içindedir ârâyı bilmezler
O mâhîler ki deryâ içredir deryâyı bilmezler.  (Hayâlî) J


( Dünyayı süsleyen varlık , yine bu cihan içindedir, ama (insanlar) aramasını (arayıp bulması­nı) bilmezler.
Tıpkı denizin içinde olup da denizi bilme­yen, tanımayan balıklar gibi)

        Derdimiz “su birikintisinin sınırları değil, derdimiz bir kere bile denizi düşünmemiş balıklarla yaşamak.”

Bir sonraki yazımızda görüşmek dileğiyle.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder