21 Eylül 2019 Cumartesi

Bir Küçük Eylül Meselesi

Siz yılların adını ocakta değiştiredurun 
Niyeyse benim yılbaşım hep “eylül” gibi gelir.
Farklı bir iklimdir belki onun için böyle
Eylüller hep yeni başlangıçları getirir. Ya da biz eğitimciler için özellikle gelir.
Yeni öğrenciler, öğretmenler, yeni kitaplar, renkli defterler, kalemler, kağıt kesiği, mürekkep kokusu...
Marketlerin en güzel ayıdır çünkü raflarda hep kırtasiye malzemesi vardır . Ben severim Eylülleri. Herkesin gönlünü yapacak kadar ince fikirli. 
Yine bir eylül akşamında;
Yine bir eylül meselesi:
Yılın ortasını az geçmişken ilginç bir şekilde yeniden yola koyulmak istersin. O gücü bulabilmek için yıl boyunca yüklendiğin bütün fazlalıkları müsait bir yerde indirirsin. Bir silkelenip kendine gelirsin. 
Dikkat edersen tam da "Eylül" dediğin yerde başlıyor ayrılık. Şu bahsettiğimiz fazlalıklardan ayrılık vakti. Bir yola çıkmış da manzarasını beğenmeyip yeni bir rota çizermiş gibi. Kasette Fikret Kızılok'tan Gönül çalınır kulağına.Biraz Erkin Koray şarkıları tadında. Yeşilin, gönlünü sarıya mı turuncuya mı kaptıracağını kestiremediğin bir aralıkta. Çıtırdayan yaprak seslerine beş kala. Kışlıklarının hatrı aklına geldiği zaman işte. Yaz boyu şikayet ettiğin güneşe serenad yaparken, gideceğini bile bile. Zaten hep öyle olmaz mı? Gitmeden kadrini bileni görmedim daha.
Bir eylül akşamı gereksiz bir hüzün kaplayabilir içimizi, amaaaan diğer aylar da zil takıp oynamıyoruz ki:) 
Adlandırmaları nasıl yaparsınız bilemem.
Neyi nasıl sınıflandırırsınız hiç karışmam.
Bildiğim tek bir şey:
Zamanın sırrına eren olmadı daha. Ve her ayın hissiyatı herkese başka.
Halam dede evinden çıkarken ardımızdan su dökerdi su gibi gidip gelsinler diye.
Yazın ardından ben de onun gibi davranıyorum.
Sizi bilemem ama ben eylülü bağrıma basıyorum. Uzun yoldan geldi bir soluklansın. Bir diğer eylüle kadar yapacağı çok iş var.
Zamandan beklentimiz büyük.
Zira ne varsa geleceğe dair, ne olsun istediysek ona bıraktık. Yükümüzü sırtlandı sırf iyi şeyler olsun, güzel şeyler bulsun bizi diye
Haydi zaman, anlaşalım seninle diğer eylüle kadar!
Konuştuklarımız aramızda.
Tamam söz, ben acele etmeyeyim ama sen de koşma.

4 Ağustos 2019 Pazar

KADİM EDEBİYAT- Aşk'a dair


  Şeref vermez dür ü güher kemâl olmaz zer ü ziver
 Hüner kesb et hüner bahr-i fazîlet kân-ı irfân ol Bâkî  
                                                                                                    Bâkî  
[İnci, cevher sahibi olmak şeref vermez kişiye. Altın ve süs olgunluk getirmez. Hüner sahibi olmaya bak. Fazilet denizi ve irfan madeni ol.]
Her öğretmen şu soruyla karşı karşıya kalmıştır. Hocam bunları öğrenmek bize ne kazandırır? Edebiyat öğretmeni için verilebilecek en güzel cevabı üniversite yıllarımda duymuştum. “Edebiyat size şahsiyet kazandırır.” Tıpkı yıllar önce Şairler Sultanı’nın dediği gibi.
        Malumunuz edebiyat konuları derya deniz. Hayatın yansımalarını bağrına basmış olsa gerek istediğiniz her konuda bir eserle karşılaşabilirsiniz. O yüzden ders kitapları bize ilk hafta “Edebiyat nedir?” diye sorunca ben hep hayattır derim. Hayatın içinden pek çok konuyu çeşitli başlıklarla anlatırız. Ama içlerinde bir başlık var ki beni ayrı bir heyecanlandırır. Günümüze kadar çeşitli adlandırmalar almış bir konu.Eski diyeni var, Divan diyeni var. Benim içime sinen başlıksa şu: KADİM EDEBİYAT
         Edebiyatı “bugünden” takip edenler için akla anlaşılması zor olan sözler topluluğu gelebilir. Nitekim derste de başlığı gören çocuklar önce bir surat ekşitir. Aklına gelen tek şey içinde “failatün” gibi şeyler barındıran ezberlenmesi gereken heceler topluluğu. Halbuki mısradaki ahenk dengesi saydığı. Sanırım ekşi suratla başlayıp “vay be!” diye hayranlıkla bitirdiğimizden seviyorum bu konuyu. Bir tabuyu yıkıyoruz birlikte. Derinliği görüp de sevmeyenine rastlamadım henüz. Gelin haydi birlikte biraz hatır soralım, nasıldır bu Kadim Edebiyat.
      Bu edebiyatı Osmanlı’dan ayrı düşünmek olmaz. Çünkü muazzam bir kültür besleyişidir söze dökülen. Biz tarihi, ders kitaplarından öğrendik. Son yıllarda da senaristlerin insafına bırakarak öğretmeyi kolay bulduk. Ondan bazı yerlerde sığ kalışımız. Bize tarihi beyitler üzerinden de takip etmeyi öğretselerdi bakın nasıl olurdu o zaman. Hiç unutmuyorum üniversitede Cemal Kurnaz Hocam, “Şehzade Mustafa Mersiyesi"ni aktarmıştı bize. Hüngür hüngür ağladığımı bilirim. İçime dert olmuştu da yurda gidince defalarca çevirmiştim sayfaları. Her bir sahnesinin filmini çekmiştim zihnimde.
      Sonra  Nâbî çıkagelmişti de gördüğü bir çiğliğe şöyle seslenmişti:

Çok da mağrûr olma kim meyhâne-i ikbâlde
Biz hezârân mest-i mağrûrun humârın görmüşüz.

(Mevki sahibi olunca zafer sarhoşu oluverme; zîrâ böylesine mest olup sabah olunca da baş ağrısı çeken binlercesini görmüşlüğümüz var.

     İşte edebiyat, hayattır dedik ya. Hayatın içinden binlerce beyit. Anlamın derinliğinde ruhunuzu eritiyorlar. Öyle bir etkisi var. Ben üniversitenin ilk yılında Yaşar Hocam’dan dinlediğim şu beyitle kapılmıştım bu rüzgara:

     Arz-ı hâl etmeye câna seni tenhâ bulamam, seni tenhâ bulacak kendimi aslâ bulamam.”

Aşık derdini anlatacak, sevdiğinin etrafı hep kalabalık. Hah tam buldum derken bu sefer de eli ayağına dolaşıyor, heyecanlanıyor, kendini bulamıyor. Derdi yüreğinde kalıveriyor işte.  Aşka dair duyduğum en tatlı beyitlerden biriydi. Sonra  şu beyitle kesişti yolum.

“Âşıkların sözlerini alıp satan âşık mıdır
İçini görmez sarayın vasfeder duvarını.” J (Salih Baba)

         Salih Baba haklı galiba.Bu aşk dedikleri söz alıp satmaya benzemiyor. Bakın Şeyh Galib uğruna nasıl iradeyi yitirmiş:

"bağlanıp zülfünde bozdum ahdi de peymanı da
çeşmini gördüm unuttum derdi de dermanı da"
(Saçına bağlanıp verdiğim sözü de yemini de bozdum. Gözünü gördüm, derdi de dermanı da unuttum.)

Nef’i ki kimseye eyvallahı olmayan bir zat. Dilinden çekti ne çektiyse öyle bir yüksek ses. Gel gelelim aşk karşısında nasıl yalvarır olmuş:

“Bir nefes dîdâr içün bin cân fedâ itsem n’ola
Nice demlerdür esir-i iştiyâkıdur gönül.”
(Bir nefescik olsun o güzel yüzü görmek için bin canım olsa da kurban etsem yeridir. Gönül nice zamandır onun arzusuyla yana tutuşa esiri olmuştur.)

Divan edebiyatında sevgililer bi-vefa olur. Yakınında tutmak isterler ama yansın istemezler. Aşık ise tutuşmaya ezelden razı. Bakın ne diyor usta şair:

Yoluna cânum revân itsem gere cânâ didüm
Yüzüme bin hışm ile bakdı did cânun mı var.” (Zâtî)

(Bağırdım; “Ah sevgilim canımı kurban etmem gerek senin için.” Sevgili, bin öfkeyle yüzüme baktı ve dedi ki; “Canın! Senin daha harcanmayan canın mı var?”.

Haydi buyur!

Ama zamane aşıkları bu tavırdan hoşnut. Sevgili kızsın başı gözü üstüne çünkü muhatap alındı. Zaman makinesi olsa da Zati’ye sorsak en keyifli günüdür anlatır size, inanın.

Fuzûlî… Aşkın derdiyle dertlenen şair. Bakın dilinden dökülen duaya:

Yâ Rabb belâ-yı aşk ile kıl âşinâ beni
Bir dem belâ-yı aşktan etme cüdâ beni
 (Ey Rabb’im! Beni aşk belasıyla bilindik kıl; beni bir an bile olsa aşktan ayırma.)

    Velhasıl kelam,  aslında bu aşk dedikleri varlığa üflenen bir his. Yaratılandan ziyade Yaradan’a teslimiyet. Zamanla anlayacaksınız görünenin arkasında bir görünmeyen var. 
Bütün feryat, arzu, şikayet, muhabbet  O’na. 
Tabii bizim zamanlarda, sanal dünyanın ışıkları gözlerimizi aldığı için güzeli görmekte sıkıntı çekiyoruz.  O yüzden bunlar başta bir garip geliyor. 
Hani masal dinlemeyen çocuklar cetvelle kedi çizer derler ya. Öyle. 
Geçmiş zaman olur ki hayali, cihana değer. 
Hayal ettirmez, hemhal oldurmazsak da kendi insanına yabancı sürüsüne her gün yeni biri daha ekleniyor. Sonuç hormonlu domates gibi tat vermiyor işte. 
Onlara da mesaj var bizim Kadim dostlardan:
 nasibini alsınlar, buyrun:
Cihân ârâ cihân içindedir ârâyı bilmezler
O mâhîler ki deryâ içredir deryâyı bilmezler.  (Hayâlî) J


( Dünyayı süsleyen varlık , yine bu cihan içindedir, ama (insanlar) aramasını (arayıp bulması­nı) bilmezler.
Tıpkı denizin içinde olup da denizi bilme­yen, tanımayan balıklar gibi)

        Derdimiz “su birikintisinin sınırları değil, derdimiz bir kere bile denizi düşünmemiş balıklarla yaşamak.”

Bir sonraki yazımızda görüşmek dileğiyle.

6 Mayıs 2019 Pazartesi

Peki bu Hıdırellez ne o'la?


Bir ân’a toplanan iki gün.
Çifte kavrulmuş tadında.
Hem Ramazan hem bahar bayramı yani Hıdırellez🌸
Peki bu Hıdırellez ne ola ki diye merak edenleriniz vardır. Açıklayalım efendim.
 "Hızır" ve "İlyas" kelimelerinin halk arasındaki telaffuzundan aldığı bilinen Hıdırellez, Türk dünyasının baharı karşılama günü.
Kış mevsiminin bitip, sıcak yaz günlerinin başladığını müjdeleyen bir gelenek aslında.
Doğanın canlanmasının habercisi olarak görülen bu günde, Hızır ve İlyas'ın her türlü dileğinizi yerine getirmek için uğraşacağı inanışı yaygın olarak kabul görüyor.
Tabii yöreye göre çeşitli ritüeller gerçekleştiriliyor. İnsanlar gönüllerindekini dillendiriyor. 
Bir nevi dua şöleni aslında. Elleri semaya açıp yapmak ne hoş ama bu da yüzyıllardır süregelmiş bir gelenek işte. “Aman ne saçma” diyeniniz olabilir.  Belki de birileri buna tutunuyordur bilemeyiz.
sevgiyle öne çıkmış bu günde en kötü şey birbirimizi yargılamak olurdu herhalde. 
Ben içinde sevgi olan her zerreyi bağrımıza basmaktan yanayım.
O yüzden bugün yapılan bütün güzel dileklere bir gülücük de ben konduruyorum.

Peki ne mi yapıyorlar bu günde?
Geceden dilek kağıtları hazırlıyorlar. Sahil kenarındaysanız kumlara yazıyorsunuz hayalinizi. Dalgalar şarkı söylüyor yanınızda. çakış taşlarından hayaller inşa ediyorsunuz.
Bizim gibi karasal iklim çocukları gül dalı arıyor yana döne. 
Kırmızı bir kağıda yazıp dilekler geceden asılıyor gül dalına. 
Sabah namazından sonra da toplayıp suya atıyorsunuz hemencecik olsun diye.

Şimdiiiii ne dilersiniiiz, ne yazar ne çizersiniz bilemeyeceğim.
İnsanın üşenmeyip bunları hazırlamasına, o anki heyecanına hayran olanlardanım ben. 
Ama bakın sizin için: “gönlünüzden geçen her GÜZEL şey “şıp” diye olsun” bunu dileyebilirim.
~~~~
İyi niyetli bütün ritüeller baş tacı
Yeter ki umut aşılayın toprağa.
Ramazan ruhuna yaraşır, insan sevgisiyle kucaklaştığımız zamanlar olsun.
Zira fazlasıyla birbirimizi özledik.
Şimdilik bu kadar. 
Herkese hayırlı Ramazanlar.
Ömrünüz bahar tadında,
Sade bugün değil her gününüz dua olup ömrünüze dahil olsun. 
şairin dediği gibi
 “ama önce ve illa ki sağlık olsun”…


NOT: Çok isterseniz olur bence.

28 Nisan 2019 Pazar

Baharın bir sesi var duyuyor musun onu?
Bak aç pencereni bir müsade et girsin içeri.
O sesi duymuyorsan yaşıyor musun diye kontrol et, bir cimcikle kendini.
Hafif rüzgar esintisi eşliğinde kuş cıvıltıları. Uzaktan gelen araba sesleri, belki bir iki korna, sanki bahçende çalıyorlar gibi. 
Yeşil gerçekten yeşil, mavi gökyüzünde, renkler çiçeklerde.
İnsanlar daha az öflüyor, çocuk sesleriyle dolu park bahçe.
Bir dokusu var işte baharın.
Geldim, buradayım diyen.
Once telaşın arasında en yoğunumuza bile. “Hava bugün çok güzel dedirtebilen”
Gizlice umut aşısı olmuşuz gibi.
İçimiz bir kıpır kıpır, bir mutlu yüzlerimiz.
Kalp kan yerine inanç pompalıyor sanki.
Her şey güzel olacak!
Biliyorum.
İnanıyorum.
En çok bu mevsime yakışacak sevdalar.
En çok bu mevsimde mutlu olacak insanlar.
En çok sana yakışacak gülmek.
En çok bizi saracak bu sıcak iklim.
En çok seni kucaklayacak güneş
En çok seni sevecek gökyüzü
En çok sen olacaksın ılık esen rüzgarda.
En çok sen.
En çok ben.
En çok biz yakışacağız bahara
Unutma hayat dört mevsim
Sen hangisi misin?
Aç pencereni.
İşte bak, bu bahar sensin🌸🌸


23 Nisan 2019 Salı

Şenlik Tadında Bayramlara


Çocukken annem tutar elimden Anıt bölgesindeki eski stada götürürdü beni.
Cadde bayraklarla donatılır, anıtın etrafı rengarenk çiçeklerle süslenirdi.
Bayram öncesi bedestende alışveriş yaptınız mı hiç? Hah işte öyle kalabalık olurdu o cadde. Pamuk şekerciler, gazete kağıdından külah yapmış çekirdekçi abiler, baloncular, bayrak, atkı satan işportacılar
Allaaahh tam şenlik havası.
Hissederdin bugün bayram ve işin ilginci yapılan her şey çocuklar için.
İşin ticareti bile bize özeldi.
Sonra girerdik o stada. 
Oturacak yerler betondan, altımıza gazete koyardık, anne yüreği beton çekmesin diye hazırlıklı gelirdi.
İzlerdik rengarek kostümlerle, bize ait türkülerde oynanan halk oyunlarını.
Rengarenk kağıtlardan çıkan şekiller vardı. En çok da onları severdim. 
Abim de yapmıştı bir kere evdeki hazırlığını hatırlıyorum. “Kapat aç, kapat aç!!”
Komutları nasıl heyecanlıydı.
Sonra çıkardık oradan zaten gün akşama yakın olurdu. 
Eve gelirdik doyasıya çizgi film, Barış Abi programı, yeşilçam seyri derken uyur kalırdım.
Şimdikiler diyor ki ertesi gün niye tatil olurdu? İşte dolu dolu geçerdi de ondan. Açık havada yerdin nisan rüzgarını, bayrak sallayacağım diye de elin kolun yorulurdu, yürürken ayak sesini duyalım derdi babam öyle gururla basardım yere, üstüne bir de yürürdün, geçiş törenlerini izlerdin ayakta. Rap rap eşlik ederdin onlara. Hepsini çocuksu bir heyecanla yapınca fark etmezdin ama eve geldiğinde yattığın yeri beğenirdin.
Bütün bunlardan sonra ertesi gün de dinlen derlerdi.
E tabii bizimkiler anlayamıyor şimdi. 
Biz o zaman törenden ziyade o ruhu öğrenirdik.
Hala içim titrer toplu bir şekilde İstiklal Marşı okunduğunda. 
En büyük şükür sebeplerimden biridir, ay yıldızlı bayrağın dalganışında gururlanmak
Düşünüyorum tabletten öğrenseydim bu duyguyu içimi sızlatır mıydı bir marş? 
Zannetmiyorum.
Sanal dünya sağ olsun her şeyi öğretiyor da ruh vermiyor.
Çağın vebası da bu olsa gerek. Ruhsuzluk!
Şimdi hah hocam ağzına sağlık der gibisiniz duyuyorum. Ama demeyin.
Çünkü bu serzenişimiz sizden ötürü!
Çocukken o ruhu işleyecektiniz. Heyecanı sizde hissetmeliydi önce. 
Sonra olaya saksı bitkisi gibi uzak kalıyor üzgünüz.
Ama geç değil, harekete geçebiliriz.
Balkona bayrak asarak başlayabiliriz mesela. O bile minik bir seremoni.
Atlamamak lazım böyle günleri.
Milli birliği, beraberliği, insan sevgisini, bayrak sevgisini, o cümbür cemaat aşka gelmeyi öğretmeliyiz bu çocuklara.
Çünkü en çok ihtiyacımız buna.
Severek inanmaya🇹🇷🇹🇷


2 Mart 2019 Cumartesi

Bahara Serenad


Ey mevsim iki çay söyle oradan, aziz misafirimiz var.
Buyur Bahar, gel otur şöyle baş köşeye.
Özledik yahu uzaktan geldin yorgunsundur.
Bak sana Üstad’dan bir serzeniş ikram edeyim:
Denizden ve dağdan gelen hüzne kandık. Bulutlar dağılsın, bahar olsun artık” (Yahya Kemal)

Anlayacağın sen yokken biz üşüdük, ne zamandır içimiz soğuk. Gün ışığına hasret, ışığın içimizi ısıtsın diye yolunu gözlüyorduk.
İyi ki geldin.
Çabucak çöz buzları. 
Kara kışa direndik, sele rüzgara kapıldık sürüklendik.
Bir dağıldık, bazen bunaldık.
Odalara kapandık, yeşile hasret kaldık.
Beyazın güzelliği de hoş ama sonrasında çamur oldu artık.
Güzel bir bahar yağmuruna, toprak kokusuna ihtiyacımız var gel şöyle gönül tahtımıza bir kurul. Doya doya devret mülkünü yaza. Ama o zamana kadar bırak ışığınla renklenelim biraz.
Karın altında bekleyen taneler var, renk renk, çiçek çiçek.
Uyuyanlar var aylardır, doğaya merhaba desinler bırak.
Üşüyenler var onların evleri sokak.
İnsanların var yorgun, bitkin ve korkak.
Cesaret ver onlara. 
Anlamak için, dinlemek için, tekrar başlayabilmek için cesaret ver.
Çok hırpalandılar, yara aldılar tut ellerinden yeniden ayağa kalksınlar.
Yeni başlangıçlara güçleri olsun.
Hayal kursunlar, inansınlar, güvensinler, affetsinler.
Hoş görsünler, yardım etsinler, şükretsinler!
Sevsinler, sevsinler, çok sevsinler!
Sevilsinler, sevilsinler, çok sevilsinler!
Dost vefayı, yâr sevdayı unutmasın yeter.
Aç haydi şarkının sesini, kuşlar daha içten cıvıldasın. 
Bu da senin melodin, her yerde yankılansın.
Hatırlansın!
Neydi aslında, nasıldı? Unutulan her güzel şey hatırlansın.
Hastaların ellerinden tutup çıkalım dışarı.
Çocuklar çimenlerde yuvarlansın, sokaklarda ip atlayan çocuklar koşup oynasın. 
Yan bahçeye top kaçsın. Uçurtmalar ağaçlara takılsın.
Gökyüzünden bize bir umut dalgası yayılsın da yayılsın.
Çünkü biz unuttuk umuda uçurtmalar bağlamayı.
Kışa direnmekten, soğuğa göğüs germekten yorulduk.
Haydi Bahar! Tut elimizden de tekrar koyulalım yola.
Nasipse daha gidilecek çok yolumuz var. 



24 Şubat 2019 Pazar

Saatlerin Yürüyüşü

         “Bir saniyenin değerini treni kaçıran birine sor” derler.
Ankara’da okuduğum yıllar sürekli hızlı tren kullandığım için bu sözün derinliğini görebiliyordum. Yerime oturmuş camdan dışarı bakarken, elinde valizlerle koşanları görünce kapatıverirdim gözlerimi. Vedaları zaten sevmem; bir de elini başına koymuş, acıklı bir ifadeyle trenin ardından bakakalan o yolcuları görünce ağlayasım gelirdi. Öyle anlarda Tanpınar’ın romanı hatırlatırdı kendini:
“ Saatin kendisi mekan, yürüyüşü zaman, ayarı insandır.” İşte bu treni kaçıranlar o ayarı iyi yapamamış talihsiz insanlar. 
   Ayar dediğin şey saniyenin peşinde koşmak. O ayarı tutturamayınca da hayat böööyle giden trenin ardından koşturtuyor işte☺️
      Kaçan tren olsun üzmeyin kendinizi de, ya kaçan hayatsa? Onda da bu kadar rahat teselli cümleleri bulabiliyor muyuz? Yoksa hayatın telaşından alışıyor muyuz?

          Hani bir türküde diyor ya “geçen gün ömürdendir” diye. Tam olarak mevzu bu aslında. Fark etmesek de boş zaman çıkarmaya uğraştığımız hayatımızın geçen her ânı ömürden. Filmin sonunda kendini, elini sinene vura vura “tükendiiii naktiiii ömrüüüm dildee sermaye bir âh kaldı gülüüüüm amaaan” diye bulmak istemiyorsan uyan bir zahmet de harekete geç. Geciktirme şu zamanı. Aklındakileri yap. Söylemek istediklerini söyle. Çünkü ne gideni geri getirtebiliyorsun ne geçen zamana hükmedebiliyorsun. Dön bak bir çevrene. Küf kokulu hayallerle dolu. Ha bugün ha yarın derken kalmış gitmiş olduğu yerde. 
            Ertelenmiş hayatların sancısını çekiyoruz. Ama unuttuğumuz bir şey var. Geçiştirdiğimiz ya da geciktirdiğimiz her “sonra” paslı bir çivi gibi içten içe öldürüyor bizi.  İnsanlar gözlerinden yaşlanır derler. İşte zamanın ruhunu yakalayamamış onca insanın bakışıdır bizi ele veren. 

Hayatı yaşamaya üşenenler yahut cesaret edemeyenler.
Bir tercih hakkı varsa işte tam burası!
Haydi toplaşıp zamana hükmedelim diye beylik laflara gerek yok. Onun yolu belli. Ha bazen geçmez bazen yetmez orası ayrı.
Mesele senin onu nasıl değerlendirdiğin.
Şu saatten sonra neyi değiştirebilirim deme.
Unutma, üç saat erken, bir dakika geçten iyi!